23.9.11

İsmet Özel - Öldüğüme İnanın

Şu Condillac Hergele
Meydanı rende cidar heykele
Dokusu mermer it eğleşir heykele
Beşûş heykel merdudâne ise bile
Pîrî mütebessim dik yün din bebece
Her ne hal ise mekruh grapon gülü
Sürte dürte koklatadursa habire
İştecik benim. Böylece liseyi bitirdim.

Dünya demiştilikleri dünya derinlikceleri
Hoş evvelen hoş bir heva saniyen heves
Heva vü heves salisen çarp bunları
Var elde helva çekmenin hızla
Hazlı ıslılanılma yükte ağır
Pahada hafif briketli
Dedikondu dünyası
Dar-ı dünya
Eklemi çıkrık
Çenesi düşük
Sırı tık kondurmacısı
Patlattı önce ödümü ve sonra çok nice
Ödüyerek yitirdim dünyamları
Dün yamyamlar bizdeydi allı pullu
Size yarın külhanlar gelesiymiş zilli şallı
Külliyat getiresilermiş cilt cilt
Yak malım gemileri kâğıt olsalar dahi
Hiçbir kelleye kabaktırsa da çak malım
Fiyakayla hiç kibrit
Şura bura demeyip kurdela
Dadakma yalım dayı hiçbir zaman
Kazık kadar boyuyla yuhlanan voyvoda
Gemi filân yakamazık aslına bakarsaka
Sırılla ıslanmış kahir ekseriyeti zaten
Büyyük kısmı üçüncü hamurdandı
Bazıları giderek daha da kötü: Takvim yaprağı.
En ele gelir en makul malumatı verir
Saatli Maarif Takvimi
Niçin fesüphanallah saatli?
Vasatîyi bildirir niharî talebesine
Leylî meraklısına ezanî.

N’oldu o mavna usu gedikle çalkanıca
O meraklılar makulesi neylerdi sahi?


(Of Not Being A Jew kitabından)

16.9.11

İSMET ÖZEL - M'EL-ANGE

1. İSTESEM TARD EDEBİLİR MİYDİM MELEKLERİ HAYATIMDAN?

Omzumdan tutarak, nobran biri, omzumdan tutarak ve çehremi zorla kendinden yana çevirip:

Senin yüzünden, senin gibiler yüzünden bu çirkefe batmış hali dünyanın. Dilinden inanç sözünü düşürmeyen siz, yahut ‘inanmıyoruz’ diyenlerin yola bulanarak battaniyeye sarınıp yol üstesine çıktıklarında, kendini ‘inançlı’ damgası altına salan
Arsız ve edebe mugayir yine de müdebbir
damgalılık tadına bırakıveren adını sizler
Tard etmemiş olsaydınız melekleri hayatınızdan her şey çok farklı, kuşku yok ki çok daha ölgülü cereyan Ede
Çekti şifresini metresimden başka kimsenin, benim bile bilmediğim kasada kalan. Mi casa. Cereyan cereyandır, diyeceksin; ama olsun, courant d’air sende kalsın. Ben de sende derim olumlu olsun.

Bu hesap soran tavır yoğun bir tedirginlik salıyor üzerime. Yoğuyor yorgunluk beni. Bahriyelinin karısı yorulma teklifi. Bu ne teklifsizlik? Gerçekten öyle mi? Ben miyim dünyaya uğrayan bunca belânın sebebi?
Meleksizleşmek!

Hayır, defalarca defaten hu hu hu! Defalarca defaten def turuncu!
Doğru değil bu
Rengin üzerimde iyi durduğu.

“İnsan olmak!” “insan olmak!” diye dolanıp durmak
Tan! Başka nedir benim yaptığım? Kumkutulardı gittiğim en uzak yer. Kendini bilhassa benden gizleyen zerrinlerin peşi sıra daldığım kuytular. Kuyular de.
Hormon kuyuları. Çiçeği meyve, meyvesi çiçek, bedeni dipsiz, dalı gevrek.
Dumanda açlık, dokuda tokluk. Gizli resim. Mütebessim.
Ufkumda hangi karaltı belirdiyse
o yöne koştuğum; anlayarak yakındığım, gözüm o yörenin karanlığına alışınca.
Aradığım oralarda da yokmuş!
Bir denizanasına zerrin bulmak hayaldir diye sayıkladığım doğrudur.

Nevrozlarımı yokladım, evet, bon Breton Jules Laforgue’un. Alman topraklarında güneye doğru seğirtirken Atlantik ötesine seksek vuran Adorno’yu Stravinski aleviyle kudurtan
Gustav Mahler’in uzun cümleleri arasına sızmış olan korkuyu korkusuzca izledim. Hepsi bu. Ben de nihayet vaktin bir oğluyum. Kayseri’de doğdum. Nasıl olur da ben, insan olma çırpınışımla melekleri kaçırtmaya sebep olurum?

Ürküntüyle, bu haksız suçlamadan kurtulma telâşıyla “nasıl olur” çığlığı fırlatıyorum adama.

Bol bir bej beyzbol eldivenli bilginç adamın açıklaması şu mealde:

Öncelikle meleklerin Adem’e niçin secde ettiğini yanlış anlamak hoşgöründü size. Adem soyundan gelmenin size bir girişim yetkisi sağladığını sandınız. Yaratılışı öğrenme çabası göstermek yerine onu açıklamaya ve açıklamalarınızı angutlukla kanıtlamaya kalkıştınız, yaratılmış olana buyruk saldınız. Dahası, iblis size secde etmedi diye gizlice kıskandınız onu, kendi kaçamaklarınızın sorumluluğunu Şeytan’ın gücüne havale etmeye yeltendiniz. Eğer insan olmak bahanesiyle melekleri hayatınızdan kovmamış olsaydınız bu bulaşıcı kentlerin kokuşmuşluğu, sağırlaşan ırmakların bu ilenci ve iffetini koruyamadığı için kendini rüşvet verip iğdiş ettirmiş bu orman karşınıza çıkmayacaktı. Giysilerinizi arıtmak elinizdeydi. Siz ve dünyanın çirkefi, başlangıçta iki ayrı şeydiniz.

Yeter!.. Üst perdeden bu bayat teraneyi daha fazla dinleyecek değilim…

Usçuluk, olguculuk vesaire… Düşünün, istesem bile tard edebilir miydim acaba ben melekleri hayatımdan? Buna gücüm yetecek miydi?

Modernliği modern dünya yaşadı doya doya. Sermaye bir hamam takunyasıdır. Al sana metafor. Ver bana anafor. Hayatta olup biten konferanslarda söylenildiği gibi değildir. Hele de benim için. Çoktur düştüğüm uçurumlardan da melekler tutmuştur beni. Zehre yarsıdım. Bana zehri dünyaya geri kusturan yine hep meleklerdi. Kanatları vardı. Yüzüme çarpan havadan anlardım. Hep anlardım: Ak kâğıt üzerine kara yazı dizerken; melek öğretirdi yalnızca uygun ölçüleri.

Bilhassa ben, evet, bilhassa ben meleklerin geniş kıldığı alan içinde seyrettim. Hem de “baş ağrısı bahane” diyerek hafife almaya çalıştıkları o “insan olma” koşuşturmalarım sırasında. İki melek kurtardı, sağ ve sol omzumda iki melek, dünyanın modern kıskacından beni.

Sevaplarımı yazıyor, susuzluğu gidermek, yarayı dağlamak, o meleklerden biri. Nerde pınar diye sormuyor, beklemiyor kızsın demiri. Düşünüldü bir sevap = bir sevap işlendi.

Sonra, ne zaman ki susuza ulaştırıyorum suyu, ne zaman ki ulaşıyorum yarayı dağlamak başarısına, o zaman bir sevap daha.

Her niyet bir ödül meleğin elinde. Her niyet iyi niyettir. Bozuk niyet, niyetin bozulmuş halidir ki üzerinden niyetlik vasfını kalktığı için onun bozulmuşluğundan bahsederiz.

Tavrı sol taraftaki meleğin sağımdakinden farklı. Bir bozgunculuk hali bana musallat olsa veya ihanet; yıkımı bütün ayrıntılarıyla tasarlamış bile olsam günahlı saymıyor beni. Bekliyor, bekletiyor kalemi ve şunu diyor: Son anda ihlas galebe çalar bil ki.

İşte ben bu iki melek arasında hep işin kolayını bularak yaşıyorum. İyi şeyler yüklüyorum kafama, iyi şeyler yapmamış olsam da. Kötü şeyler… Onları kafamdan atmaya çalışmıyorum. Kafamdayken kimseye zararı yok diyorum nasıl olsa. Yapmayıverir, kurtulurum. Bedenim bir evlek. Örseleniyor kafamda canlanan şeyler yüzünden tenim. Eğlendiriyor iki melek gökten düşen tohumu evleğimde benim.

Bu yüzden bir insan elinin –elinizin- yakamda duruşu hiç hoş değil. Melekleri konu ederek bile olsa bir insan beni hesaba çekmemeli. Çünkü bakın, siz de Adem soyundan geldiniz benim gibi, sözünü ettiğim iki melek aynı zamanda sizin için. Varın siz de yararlanın bu kâtiplerin yazılarından, yazış tarzından. Üstelik –uyarıyorum- beni gözlerinize bakmaya zorlama hakkına sahip değilsiniz.

Evet ama, bakacak göz aramak değil midir zaten bizim işimiz?


2. “İNSAN SÖZ VEREBİLEN HAYVANDIR”.

BU [versprechen darf] TANIMIYLA NIETZCHE MODERN ZAMANLARIN İNSANINA BİR GEREKÇEYLE SESLENİYOR Kİ ŞEYTAN’IN ADEM’İ KANDIRDIĞI GEREKÇEDİR SANIRSIN. EĞER BU SÖZ VASITASIYLA İNSAN BİR TASARIMDIR DENİLMEK İSTENİYORSA, BUNA BİR İTİRAZIM YOK. AMA İNSAN KENDİ KENDİNİN BİR TASARIMI DEĞİL. BU BİLİNE. YOLDAN ÇIKMA PAHASINA İNSANIN SÖZ VEREBİLDİĞİNİ FARZETSEK BİLE, ANCAK YALAN SÖYLEYEBİLEN MAHLÛK TARİFİNE UYAR İNSAN. O Kİ KENDİ SÖZÜNDE DURABİLECEK GÜÇLE DONATILMAMIŞ. SÖZÜNDE DURABİLEN, ÇÜNKÜ SÖZ TUTAN YALNIZCA MELEK.


3. HISIMIM DEĞİL, BU YAKINLIĞI NEYLE AÇIKLAMALI?

Çoğu kez, yağmurları alkış,
alkışları yağmur olarak algılarız.
Birden boşanır bir alan açmak için her ikisi de.
Coşkuyla gelirler, ama beklemedik bir anda değil.
Yağmurdan önce gök kapanır
bir söz, bir hal ve tavır
kendini kapattığı anda patlar alkış.
Bekleriz yağmuru
alkışı bekleriz.
Yine de içimizde bir his: gelmeyebilir
Bilmeyiz yağmurdan ve alkıştan önce başa gelecek olan nedir.

Ya bu ikisi gelmez de; gelirse o bilmediğimiz!..
Yağmur ve alkış insanlara
yalnızca geldikleri için değil
yerlerine başka bir şey gelmediği için iyi gelir.
Her inen yağmur alkışlar birini desek yalan olmaz
söylenebilir alkışında insanlar için
can suyu yerine geçtiği, lakin yine de
bir başka şey var-alkış bağlantısını kuran:
O kanat sesleri hem yağmurun ve hem alkışın
arasından duyulan.
Bütün sesler içinden ayırdedilir
dallara, yollara düşen damlaların tıpırtısından
çarpışan iki elin şakırtısından ayırdedilir
meleklerin kanat hışırtıları.
Ve melekler nedense insanlara
sanki değecekmiş gibi yaklaşır
yağmur ve alkış sırasında.
Anlaşılmaz bu yakınlık
insanla melek arasında
biri balçık, biri nur
biri adları bilir
biri aldığı buyruğu şaşmaksızın
yerine getirir
insan savaşır sonuna kadar
yine de kılıç
meleğin elindedir.


4. YA MELEKLER OLMASAYDI?

Biz insanlar “daha var” diyoruz. Doğrunun hasına, güzelin eksiksizine, haklının şaşmazına dokunmaklığımıza daha var.

Demeden edemiyoruz.

Ama bir yandan da, geç kalmayı kendimize yediremediğimiz için; üstelik geç kalışımızın mazeretini -kabul edilmeye değer bile olsa- kendimiz beğenmediğimiz için “vakit yok” diyoruz.
İndirgenemezi isteyene kadar var bir şey. Onu henüz istemiyoruz. Kendimize tanıklık etmek için ise kaybedecek vaktimiz yok.

Asıl ele geçirmek istediğimize ulaşmadan kendimiz hakkında bir şey söylemek istemiyoruz. Oysa en ufak kıpırdanışımız için bile “ilk ve son” bilgisine muhtacız. Tarih boyunca geçtiğimiz yer küstah olmayan bir kahkahadır. Bir doygunluk şaşırtışı. Dayanma gücünün gizli itirafı.

Neden gizli olsun bir itiraf? O bir dayanma gücüyse neden kendinden emin olmasın?

Kötümser olabilecek yeterlikte deneyimimiz var. Bundan bir doygunluk sağlıyoruz. Kendimizdeki şaşırma yeteneğini keşfettiğimizde ise iyimserliğin kapısını ardına kadar açıyoruz. Devam edecek kadar dayanma gücümüz olduğunu açıkça itiraf edemiyoruz. Çünkü bunun bir başkaldırıya dönüşmesinden kaygı duyuyoruz. Tetikte olmayı feda etmediğimiz için güvenlikten feragat ediyoruz.

İşte bu birbirini tutmaz parçalar arasındaki insicamı sağlayan; varoluşumuzla konumuz arasındaki gerginliği istikrara dönüştüren meleklerdir.

Melekler olmasaydı estetik arayışımız bizi sadece cinayete sürükler, bütün bildiklerimiz ise vahşetimizi Pek daha ilerilere sürükler
İş bitiricilik damgasını da ona ekler
Tir tir titreyişimizi ortadan iki kutba böler
İrdi der erdi der ardı dar ordu dur boğum boğum
Pekiştirirdi.

Bitmiş hali ancak hesap gününde belli olabilecek ve göründüğü kadarıyla tamamlanmamış bir tasarım diye algılayabildiğimiz varlığımız -biz farkında olsak da / biz farkında olmadıkça- meleklerin desteğinden an be an yararlanıyor.

(Of Not Being A Jew kitabından)

3.9.11

Turgut Uyar - Çıkmazın Güzelliği

Sorun: Şiirin, -üstelik insanın kendi şiirinin- çıkmazda olduğunun bilincine varmaktır. Bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmek demektir onu.

Şiirimiz, dolayısıyla edebiyatımız, çünkü ülkemizde edebiyatın, hatta bazı ölçülerde toplumun birçok sorunları açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya bu sorunlardan şiirde vazgeçilir. Belki de sağlam düşünce zeminleri kurulmamış bütün ülkelerde böyledir bu. Gerçekten bir çıkmazdadır şiirimiz. Nasıl ki Nâzım sonrasında da, Orhan Veli sonrasında da çıkmazda idi. Çünkü şiirin çıkmazı, yukarda değindiğimiz sebepten insanın çıkmazına, toplumun çıkmazına sıkı sıkıya bağlıydı ülkemizde. (Belki de bir bakıma şiirin görevi hep çıkmazda olmaktır. Rahat işleyen şiir kuşku vermelidir. Belki yaşanandan geride kalmıştır onun için. Divan şiiri hiç çıkmaza düşmedi. Hiç değilse Tanzimat'a kadar düşmedi. Çıkmaza giren insan'la birlikte sarsıldı ve eskidi. Hece geride kalmayı kabullenerek başladı, onun için çıkmazda değildi. Sık sık dalgalanan, dalgalanmaları
büyük bir toplumda, toplumu, yaşanandan değil, bir çeşit vocabulaire'den kovalıyordu, sunulmuş sözcüklerden izliyordu. Buna boyun eğmişti). Şiir çıkmazda. Şimdiye değin, ne romanın, ne tiyatronun, ne sinemanın izleyemediği, anlayamadığı bir çıkmazda. Belki yalnız öykü'nün farkına vardığı bir çıkmaz.

Bu çıkmazın en önemli sebeplerinden biri, şiirin kendi sebep ve sonuçları (denebilirse bir çeşit otofaji) ise, öbür nedenleri arasında, toplumsal koşulların, toplumsal dayanakların değişmesi, yani insanın, insanın alıp verdiklerinin, insan ilişkilerinin değişmesi ise, önemli bir başkası da: geri, sorumsuz, bilinçsiz, gelişen insanın, dolayısıyla, şiirin imkânlarına dar gelen, anakronik bir ortamın ve buna bağlı bir şiir ortamının türemesidir. (Bu ortamın bahse değmeyecek kadar önemsiz, etkisiz olduğunu söyleyecekler çıkabilir. Önceleri biz de böyle düşünüyorduk. Ama şiir kendi başına yaşayan, soyut bir yaratık değil. Geldiği sebepler, seslendiği, seslenmek zorunda olduğu yerler var. Ülkemizde daha bir süre, sözü edilmeye değmeyen şeyleri yılmadan ortaya koymak, tartışmak zorundayız. Herkes, savaşmaya zorunlu olduğu şeylerin budalaca çetinliğini bilmek, hesaba katmak zorundadır).

Her beğeninin bir ortamı, her şiirin türünün bir alıcısı vardır. Yapılmakta olanı kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. Ama budalaca aşk şiirlerinin, budalaca biçim denemelerinin birdenbire yarattığı ortama ses çıkarmamaya, görmezden gelmeye pek katlanamıyor insan.

Şiir çıkmazdadır. Bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: Şiir çıkmazdadır. Çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır. Toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor. Ülkemizde en azından birtakım kavramlarla yeni yeni karşılaşıyoruz. Şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor.

İnsan, dolayısıyla şiir değişiyor. Bu değişme ancak değişmenin ve değişenin, eskimenin ve eskiyenin farkında olmakla izlenebilir. Bilgi şartı yanında bunları ayırt etmenin asgari baz'ı sağlam bir duyarlıktır. Yüzyılımızın bütün gereçleri de bunu sağlamaya elverişli üstelik. 1930'un eksik idealizm'i, 1940 realizm'i ve 1950'nin hastalıklı romantizm'i ile bugünün insanını betimlemek mümkün değil.

Evet şiir çıkmazda. Çünkü insan çıkmazda. Ama bütün sorun bu çıkmazın bilincine varmakta. Şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz. Çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye uygunluğa, çağdaş şiire ve insana yeni bir imkândır.

 
Kasım 1963, Dönem dergisi, Sayı: 2