11.5.17

Yahya Kemal -2-

     Yahya Kemal'in Bahriye Mektebindeki hikâyesi "Bâbıâli" adlı kitabımda yazılı...
     Tekrarcı olmadan, yalnız birkaç çizgi içinde yeni bir belirtiş:
     Tarih muallimi... Tarihi, şapırşupur, bir istekle yenilen yemek gibi -zaten midesine pek düşkündü- ağzının iki yanından salyalar akıtıcı bir lezzet edası içinde, ballandıra ballandıra anlatır. Fakat hiçbir seyir ve zaman ölçüsü takip etmez, her derste hangi bahis üzerinde kalındığını sorar ve o bahsi başından alıp aynı noktaya getirir ve bırakır.
     Ondan sonraki derste aynı sual:
     - Nerede kalmıştık?..
     - Fatih ayağını özengiye atarken boru çalmıştı.
     - Hâ evet, devam edelim!..
     Fakat, Fatih beyaz atına binemeyecek, ayağını tam özengiye atıp sıçrayacağı sırada boru çalacak ve Yahya Kemal, fesinin üstüne heybetli bir selâm kondurarak girdiği dershaneden kaçak bir selâmla fırlayıp gidecektir.

                                                                        *

     O, derslerini bitirince mektebin kayıkhane kısmında bekleyen iki çifte futaya atlar ve karşıya, Büyükada'ya geçer.
     Nazım Hikmet'in annesi Büyükada'da oturuyor ve halkın kemiksiz dili bu ya, Yahya Kemal ona sevdalı...

                                                                       *

     Birkaç derse gelmedi.
     Mektepte bir uğultu:
     - İntihara kalkışmış!..
     Bekledik. Geldi. Beti benzi uçuk...
     Plân gereği ben ayağa kalktım.
     - Ne istiyorsunuz?
     - Müsaade ederseniz bir dilekte bulunacağım!
     - Neymiş o dilek?
     - Teessür beyanı...
     - Ne teessürü efendi?
     - İşittiğimize göre intihara teşebbüs etmişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim.
     Masasına çöktü, önüne kâğıt - kalem aldı ve "silk-i Celil-i askerî" ile uyuşmaz hareketimden dolayı beni rapor etti.
     - İsminiz?
     - Necip Fazıl...
     - Numeronuz kaj?
     (Numaraya numero der ve bazı kelimelerde "ç" harfini "j" diye söylerdi.)
     - 1054...
     - Kaj?
     - 1054...
     O gün, Fatih Sultan Mehmed'in ata binmesine lüzum kalmadı. Hamdullah Suphi'nin anlatışıyle Türk şiirini en ince ve titiz nakışlarla gergefleyen şair sınıftan çıkıp gitti.

                                                                  *

     Sonradan dostu olduğum ve her mısra ve kelimeme dikkat eder olduğunu gördüğüm Yahya Kemal, muhakkak ki, eşyanın dış yüzüne müstesna bir zevk ve (estetik) gözlüğüyle bakmış, fakat ileriye geçememiş, bütün küçüklükler ve aşağılıklardan arınmış, fakat büyük "ulvî"ye yükselememiş, has ekmek yerine pasta kreması yuğurmuş ve ondan ibaret kalmış, kütük ve nakşı birbirine mezcedememiş, çileli tecritten yoksun, sadece (plâstik) bir idrak...
     O, şahsıyle de, mâverâ kurcalayıcısı bir görünüş ifadesine sahip olmak yerine, sınıfta burnunu karıştıran dalgın dâhi mevkiinde kaldı; ve Yunus Emre gibi "zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?" sualini nefsine sormaksızın, Abdullah Lokantasında hindi dolması yemeye bayıldı.
     Bunlara rağmen hakikiliğini koruyabildi.