...
Yayın alanına yeni bir dergi çıktı son aylarda: Devinim 60. Ayda bir çıkıyor, üç sayı oldu Nisan 1965 sayısıyla. Çıkaranlar Haluk Aker, Eser Gürson, Güven Turan, Rahmi Akseki, İsmet Özel, Ataol Behramoğlu, Bilgin Adalı ve arkadaşları. Evrim ve Dönem dergilerini izleyenler için bu adlar yabancı sayılmaz. Şubat sayısındaki "Önsöz"den anlıyoruz ki dergi yalnız kendilerinin ve daha gençlerin dergisi olacak, daha önceki kuşak yazarlarından ısmarlanarak yazı basılacak, yani onlardan kendiliğinden yazı gelirse basılmayacak. Bunun anlamı, dergi "kurumlaşmak" istemiyor demektir. Başarabilirse ne iyi.
...
Devinim'in Şubat sayısında İsmet Özel'in şiirde imge konusunda bir yazısı var. Önceleri de yazmıştı o bu konuda: Şimdi yalnız kendi şiir anlayışı üzerinde durmakla kalmıyor, kuşağının şiiri üzerinde de yorumda bulunuyor.
Gürson'la Özel, kendi kuşaklarının "yeni bir akım kuşağı" olmadıklarında birleşiyorlar. Ne olduklarını anlamaya, anlatmaya çalışıyorlar. Delişmence atılımlar yerine akıllıca sözler ediyorlar.
...
Dönem, sayı 6, Mayıs-Haziran 1965 (Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi, İkinci Kitap, YKY, Ocak 2006)
bakmaklar
iyi şeyleri kabul etme kötü şeyleri reddet
5.4.20
[Evrim, Mayıs 1964] - Hüseyin Cöntürk
...
Evrim'deki güzel yazılardan biri de İsmet Özel'in "Şiirin Özgürlüğü". Adı böyle ama daha çok imaj (imge) konusu işleniyor. "İmgenin yaratıcı gücü, ozanın yaşadığı ile ve eleştirel gücü ile işbirliği etmek zorundadır." diyor. Yani imajın kendiliğinden yaratılırken yaşamdan gelmesini ve sonra akılla kontrol edilmesiniistiyor. Ama bu kontrol imajın özgürlüğünü bozmamalı diyor. Yazı şöyle bitiyor: "Başarılı şiiri imgelerin denetlemesindeki ustalık olarak görmek aşırı bir tanım değildir sanırım."
Özel'in yazısı birtakım sağlam düşünçleri içinde barındırıyor. Yazının karanlık yönlerini ileride başka yazılarla açmak fırsatını bulursa sonuç daha verimli olur.
Dönem, sayı 9, Haziran 1964 (Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi, İkinci Kitap, YKY, Ocak 2006)
Evrim'deki güzel yazılardan biri de İsmet Özel'in "Şiirin Özgürlüğü". Adı böyle ama daha çok imaj (imge) konusu işleniyor. "İmgenin yaratıcı gücü, ozanın yaşadığı ile ve eleştirel gücü ile işbirliği etmek zorundadır." diyor. Yani imajın kendiliğinden yaratılırken yaşamdan gelmesini ve sonra akılla kontrol edilmesiniistiyor. Ama bu kontrol imajın özgürlüğünü bozmamalı diyor. Yazı şöyle bitiyor: "Başarılı şiiri imgelerin denetlemesindeki ustalık olarak görmek aşırı bir tanım değildir sanırım."
Özel'in yazısı birtakım sağlam düşünçleri içinde barındırıyor. Yazının karanlık yönlerini ileride başka yazılarla açmak fırsatını bulursa sonuç daha verimli olur.
Dönem, sayı 9, Haziran 1964 (Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi, İkinci Kitap, YKY, Ocak 2006)
Edebiyat Ortamının Oluşumuna Doğru - Hüseyin Cöntürk
Görmüşsünüzdür, Evrim dergisinin Mart 1964 sayısı bir "Bildiri" ile açılıyor. İmzalayanlar şunlar: Haluk Aker, Rahmi Akseki, Ataol Behramoğlu, Erhan Etiker, Eser Gürson, Abdullah Nefes, İsmet Özel, Semih Tezcan. Sekiz kişi. Önemli olduğu için bu bildiriyi olduğu gibi aşağıya alıyorum:
A- Edebiyatımızın son yıllardaki serüvenini, yayınlanmakta olan onu aşkın sanat dergisinden izledik.
Bunlara sanat dergisinden çok, "derleme dergisi" adı verilse yeridir. Genel görünümlerini birkaç sözcükle çizelim: Ereksizlik, ticaret, ideolojik propaganda, sirkeleşmiş beğeni, kokuşmuşlara saygı, genç değerlere yergi, cılız özentiler, doldurma zorunluğu, yorgunluk, usanç vb...
Evet, dergilerimizin son yıllardaki bu sanat dışı özellikleri ulusumuz edebiyatına ne yeni bir ses getirebilirdi, ne de gelişmesini sağlayabilirdi.
B- Edebiyatımızın son yıllardaki serüvenini, yayınlanmakta olan onu aşkın sanat dergisinden izledik.
Orhan Veli akımının sağından solundan işine geldiği gibi çeken içi geçmiş öykücülerin de hâlâ edebiyatımızın bir yanını kapsadığı bu serüvende önemi, açı değiştirimi ve özgünlüğünden gelen 1956'ların, giderek öze ve anlama açılan yarı başarılı yönelişleri ağır basıyor. Bu yönelişte ağır basan yanın, sanat ve düşünce birliğinden çok, tehlikeli bir zorunluk taşıması, gözden kaçmayan bir kısır döngü. Yazılanların yeni değerler getirmesi gerekirken, yaklaşık olarak aynıyı yinelemeleri, arayışların bencilliğine karşın, değer ayrımlaşmalarının kısırlığı ve öncülerin birer birer göçüşleri, edebiyatımızın atılım gücünü yitirmiş olduğunu kanıtlıyor. Atılım gücünden de geçtik, içine düştüğümüz bu olumsuz gerçekler, edebiyatımızın zorunlu ve olağan akışını köstekliyor.
Genel havasıyla süregelen Batı öykünmeciliğinin dışına çıkıp, kendi özbenliğini bulamamış bir yığın sanatçının (öte yanda güçlerini ortaya koyabilmiş ancak birkaç ad sayabiliyoruz), yazdıklarıyla daha olumlu bir yere varabilecekleri düşünülemezdi. Edebiyatımız bugün, öykünme ile etkilenme arasındaki o dev ayrımı göremeyişinin cezasını çekiyor. Daha da çeksin mi? Ne zaman kendine özgü bir Türk Edebiyatı'nın varlığından söz açabileceğiz?
C- Edebiyatımızın son yıllardaki serüvenini, yayınlanmakta olan onu aşkın sanat dergisinden izledik.
Sonuçta, biz genç kuşak, içinde bulunduğumuz durumu saptayarak şu doğrulara vardık:
1) Şimdiye değin, başı-kıçı, yolu-yöntemi belirsiz bir savrukluk, bir darmadağınıklık içinde, önümüze çıkan dergide yazdık.
2) Bu savrukluğun sonucu, sanatın (bizden daha önceleri yok edilen) canlı havasına, eytişimsel ve edebiyata yeni değerler kazanma gücüne kapalı kaldık.
3) Bu yüzden bilinçli çalışma olanaklarını tepmiş olduk.
4) Ve zorunlu olarak, önceki kuşağın, daha kendi aralarında paylaşamadıkları kısır özle, belirli sanat gereçlerini küçük ayrımlarla yineledik.
5) Bundan böyle biz Ankara Genç Kuşak Sanatçıları, genç "Evrim" dergisinde toplanmaya karar verdik. Edebiyatımız için gerekli canlılığa, gerekli değerlere, ancak böyle bir davranışla varılabileceğine inandık.
Bir araya gelişimizin kazandıracağı güçle, yukarda üç bölüm içinde sıraladığımız sakıncaları yenmeye çalışacağız.
Geriye kalanı zamana bırakıyoruz.
ANKARA GENÇ KUŞAK SANATÇILARI
Haluk AKER Rahmi AKSEKİ Ataol BEHRAMOĞLU Erhan ETİKER Eser GÜRSON Abdullah NEFES İsmet ÖZEL Semih TEZCAN
Edebiyatımızın son beş yıl içinde düştüğü yürekler acısı duruma "ikinci" tepki bu. Birincisi, Dönem dergisinin çıkmasıyla kendisini gösterdi. Bu sekiz genç, bizdeki kişisel, dergisel, birliksel her türlü edebiyat kurumlarının amaç yoksunluğu ya da amaçlarını şaşırmaları sonucu yittiği görülen "edebiyat ortamının" yokluğundan vaktinde rahatsız olmuşa benzerler. Çünkü en çok birkaç yıldır yazıyorlar. Bildirileri, bir yandan, günümüzdeki edebiyat durumuna bir tepki niteliği taşıyor, bir yandan da, kendilerini toparlayıp bir değer olma planını taşıyor. Eğer planları gerçekleşirse bizde yeniden bir edebiyat ortamı yaratılacak demektir.
Günümüzün bir numaralı meselesi yiten Edebiyat Ortamı'nın yeniden yaratılmasıdır. Şu ya da bu kişiye, dergiye, kuruma, duruma, anlayışa tepki göstermek, şu ya da bu yolda kişisel çabalarla birtakım tekil yapıtlar vermek, tekil sonuçlara varmak önemli değil. Bildiriyi, Edebiyat Ortamı olmadıkça her şeyin güme gideceğine inanan, hiç değilse, sezen bir davranışla yazıldığı için, önemli buluyorum.
Sekizlerin bildiride bize ilettikleri karar yerindedir: "başka dergilerde yazmayıp bir dergide toplanmak". Ortalıktaki dergiler edebiyat ve zevkten o kadar uzak, o kadar yoksun ki, oralarda görünmek, genç zevklerin, hiç değilse çabaların iflası olacaktır, bu o kadar açıktır. Yalnız gençlerin kararının başka bir kararla sağlama alınması da şarttır: Tepki gösterdikleri, içinde yazı yazmayacakları o dergilerle hiçbir tarzda ve hiçbir vesileyle tartışmaya girmemek. (Evrim'de sekizler dışında birtakım tatsız yazılar görülüyor o yolda çünkü.) Küçük siperlerde savaşmak kadar insanı güçten düşüren, amaçtan ayıran bir şey olamaz. Küçük siperlerde savaş, kazanılsa da bir şey elde edilemez: Bizdeki dergileri kendileriyle savaşmaya layık dergiler olarak görmemek, onlar hiç yokmuş gibi davranmakşarttır. Onlarla tartışmaya geçmenin hiç bir edebiyat meselemizi çözmeye bizi götürmeyeceğini önceden bilmeliyiz. Edebiyat ortamını onlarla değil, onların dışında, onlara rağmen kurmakgerekliliğini kesin olarak kavramalıyız.
Bir karar daha var verilecek bence: Toplandıkları Evrim dergisine edebiyat dışı yazılar vermemek.Günün etkisiyle dışarıdaki Papazlar, ya da içerideki Yobazlar üzerinde durmak gereksinmesini duyarlarsa (böyle bir gereksinmeyi yersiz bulmuyorum) bunu başka dergilerde yapmalıdırlar. Evrim, yeni yaratıcı yapıtların yazıldığı, edebiyat meselelerimizin tartışıldığı yoğun bir edebiyat dergisi olmalıdır: Hiç değilse ilk yıllar için: Yoğunluk olmazsa Edebiyat Ortamı güç oluşur.
Yukarıda adlarını saydığım sekiz kişinin "tartısını" vermek için vakit pek erken. Evrim'de bunlardan altısının yazı ya da şiiri var. Gelecek sayılarda da görünecekler. Aker, Akseki, Gürson, Özel, Tezcan'ı Dönem'den azçok tanıyoruz. Sekizlere başkalarının da katılması beklenebilir. Aker'le başlayıp Tezcan'la biten bu küme, kısacası, bu AT, bakalım nereye gidecek ve bizi nereye götürecek?
Dönem, Sayı 8, Mayıs 1964 (Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi, İkinci Kitap, YKY, Ocak 2006)
A- Edebiyatımızın son yıllardaki serüvenini, yayınlanmakta olan onu aşkın sanat dergisinden izledik.
Bunlara sanat dergisinden çok, "derleme dergisi" adı verilse yeridir. Genel görünümlerini birkaç sözcükle çizelim: Ereksizlik, ticaret, ideolojik propaganda, sirkeleşmiş beğeni, kokuşmuşlara saygı, genç değerlere yergi, cılız özentiler, doldurma zorunluğu, yorgunluk, usanç vb...
Evet, dergilerimizin son yıllardaki bu sanat dışı özellikleri ulusumuz edebiyatına ne yeni bir ses getirebilirdi, ne de gelişmesini sağlayabilirdi.
B- Edebiyatımızın son yıllardaki serüvenini, yayınlanmakta olan onu aşkın sanat dergisinden izledik.
Orhan Veli akımının sağından solundan işine geldiği gibi çeken içi geçmiş öykücülerin de hâlâ edebiyatımızın bir yanını kapsadığı bu serüvende önemi, açı değiştirimi ve özgünlüğünden gelen 1956'ların, giderek öze ve anlama açılan yarı başarılı yönelişleri ağır basıyor. Bu yönelişte ağır basan yanın, sanat ve düşünce birliğinden çok, tehlikeli bir zorunluk taşıması, gözden kaçmayan bir kısır döngü. Yazılanların yeni değerler getirmesi gerekirken, yaklaşık olarak aynıyı yinelemeleri, arayışların bencilliğine karşın, değer ayrımlaşmalarının kısırlığı ve öncülerin birer birer göçüşleri, edebiyatımızın atılım gücünü yitirmiş olduğunu kanıtlıyor. Atılım gücünden de geçtik, içine düştüğümüz bu olumsuz gerçekler, edebiyatımızın zorunlu ve olağan akışını köstekliyor.
Genel havasıyla süregelen Batı öykünmeciliğinin dışına çıkıp, kendi özbenliğini bulamamış bir yığın sanatçının (öte yanda güçlerini ortaya koyabilmiş ancak birkaç ad sayabiliyoruz), yazdıklarıyla daha olumlu bir yere varabilecekleri düşünülemezdi. Edebiyatımız bugün, öykünme ile etkilenme arasındaki o dev ayrımı göremeyişinin cezasını çekiyor. Daha da çeksin mi? Ne zaman kendine özgü bir Türk Edebiyatı'nın varlığından söz açabileceğiz?
C- Edebiyatımızın son yıllardaki serüvenini, yayınlanmakta olan onu aşkın sanat dergisinden izledik.
Sonuçta, biz genç kuşak, içinde bulunduğumuz durumu saptayarak şu doğrulara vardık:
1) Şimdiye değin, başı-kıçı, yolu-yöntemi belirsiz bir savrukluk, bir darmadağınıklık içinde, önümüze çıkan dergide yazdık.
2) Bu savrukluğun sonucu, sanatın (bizden daha önceleri yok edilen) canlı havasına, eytişimsel ve edebiyata yeni değerler kazanma gücüne kapalı kaldık.
3) Bu yüzden bilinçli çalışma olanaklarını tepmiş olduk.
4) Ve zorunlu olarak, önceki kuşağın, daha kendi aralarında paylaşamadıkları kısır özle, belirli sanat gereçlerini küçük ayrımlarla yineledik.
5) Bundan böyle biz Ankara Genç Kuşak Sanatçıları, genç "Evrim" dergisinde toplanmaya karar verdik. Edebiyatımız için gerekli canlılığa, gerekli değerlere, ancak böyle bir davranışla varılabileceğine inandık.
Bir araya gelişimizin kazandıracağı güçle, yukarda üç bölüm içinde sıraladığımız sakıncaları yenmeye çalışacağız.
Geriye kalanı zamana bırakıyoruz.
ANKARA GENÇ KUŞAK SANATÇILARI
Haluk AKER Rahmi AKSEKİ Ataol BEHRAMOĞLU Erhan ETİKER Eser GÜRSON Abdullah NEFES İsmet ÖZEL Semih TEZCAN
Edebiyatımızın son beş yıl içinde düştüğü yürekler acısı duruma "ikinci" tepki bu. Birincisi, Dönem dergisinin çıkmasıyla kendisini gösterdi. Bu sekiz genç, bizdeki kişisel, dergisel, birliksel her türlü edebiyat kurumlarının amaç yoksunluğu ya da amaçlarını şaşırmaları sonucu yittiği görülen "edebiyat ortamının" yokluğundan vaktinde rahatsız olmuşa benzerler. Çünkü en çok birkaç yıldır yazıyorlar. Bildirileri, bir yandan, günümüzdeki edebiyat durumuna bir tepki niteliği taşıyor, bir yandan da, kendilerini toparlayıp bir değer olma planını taşıyor. Eğer planları gerçekleşirse bizde yeniden bir edebiyat ortamı yaratılacak demektir.
Günümüzün bir numaralı meselesi yiten Edebiyat Ortamı'nın yeniden yaratılmasıdır. Şu ya da bu kişiye, dergiye, kuruma, duruma, anlayışa tepki göstermek, şu ya da bu yolda kişisel çabalarla birtakım tekil yapıtlar vermek, tekil sonuçlara varmak önemli değil. Bildiriyi, Edebiyat Ortamı olmadıkça her şeyin güme gideceğine inanan, hiç değilse, sezen bir davranışla yazıldığı için, önemli buluyorum.
Sekizlerin bildiride bize ilettikleri karar yerindedir: "başka dergilerde yazmayıp bir dergide toplanmak". Ortalıktaki dergiler edebiyat ve zevkten o kadar uzak, o kadar yoksun ki, oralarda görünmek, genç zevklerin, hiç değilse çabaların iflası olacaktır, bu o kadar açıktır. Yalnız gençlerin kararının başka bir kararla sağlama alınması da şarttır: Tepki gösterdikleri, içinde yazı yazmayacakları o dergilerle hiçbir tarzda ve hiçbir vesileyle tartışmaya girmemek. (Evrim'de sekizler dışında birtakım tatsız yazılar görülüyor o yolda çünkü.) Küçük siperlerde savaşmak kadar insanı güçten düşüren, amaçtan ayıran bir şey olamaz. Küçük siperlerde savaş, kazanılsa da bir şey elde edilemez: Bizdeki dergileri kendileriyle savaşmaya layık dergiler olarak görmemek, onlar hiç yokmuş gibi davranmakşarttır. Onlarla tartışmaya geçmenin hiç bir edebiyat meselemizi çözmeye bizi götürmeyeceğini önceden bilmeliyiz. Edebiyat ortamını onlarla değil, onların dışında, onlara rağmen kurmakgerekliliğini kesin olarak kavramalıyız.
Bir karar daha var verilecek bence: Toplandıkları Evrim dergisine edebiyat dışı yazılar vermemek.Günün etkisiyle dışarıdaki Papazlar, ya da içerideki Yobazlar üzerinde durmak gereksinmesini duyarlarsa (böyle bir gereksinmeyi yersiz bulmuyorum) bunu başka dergilerde yapmalıdırlar. Evrim, yeni yaratıcı yapıtların yazıldığı, edebiyat meselelerimizin tartışıldığı yoğun bir edebiyat dergisi olmalıdır: Hiç değilse ilk yıllar için: Yoğunluk olmazsa Edebiyat Ortamı güç oluşur.
Yukarıda adlarını saydığım sekiz kişinin "tartısını" vermek için vakit pek erken. Evrim'de bunlardan altısının yazı ya da şiiri var. Gelecek sayılarda da görünecekler. Aker, Akseki, Gürson, Özel, Tezcan'ı Dönem'den azçok tanıyoruz. Sekizlere başkalarının da katılması beklenebilir. Aker'le başlayıp Tezcan'la biten bu küme, kısacası, bu AT, bakalım nereye gidecek ve bizi nereye götürecek?
Dönem, Sayı 8, Mayıs 1964 (Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi, İkinci Kitap, YKY, Ocak 2006)
11.3.20
Eski Konya Evleri
Konya'da eski kerpiç şehir evleri dışardan görünümleri itibariyle iki gruba ayrılırdı:
1) Atalardan gelen bir modelle yapılan, tek katlı, iki katlı ve tahtaboşlu evler ve bu evlerin iç düzeninde yer alan ayrıntılar.
2) Tanzimattan sonra değişikliğe uğrayan Osmanlı yapı mimarisiyle yapılan ev ve konaklar.
Tek katlı, iki katlı ve tahtaboşlu evler, Selçuklu Konyası'nın evleridir. Asırlarca aynı modelle yapılmış, üslubunu korumuştur. İkinci gruptaki Osmanlı tarzı evler, Osmanlı yapı mimarisi esintileri ile Konya'da Tanzimat sonrası yapılan evlerdir.
***
Semtimizde bir çocuk vardı. Bu çocuk her gün akşama doğru sığırların dağılma zamanı, çeşmenin taşına çıkarak kendi camızlarının gelmesini beklerdi. Uzaktan onu gören camızları, doğru çeşmeye gider, boynunu eğerek çocuğu iki boynuzu arasına oturtarak evlerine götürürdü. Camız kendi sahibinin çocuğundan başka kimseyi bindirmezdi. Bu olaya günlerce şahit olduğum halde bir fotoğrafını çekerek kalıcı hale getirmediğime halâ çok üzülürüm.
***
1870 yıllarında Konyalı bir şahıs Şeyhülislam'a müracaat ederek bir fetva istiyor. Sorulan ve fetvası istenilen olay şöyleymiş: Bir kimse sokak aşırı bir eve sonradan bir havale çıkartır. Bu havale veya çıkarmadan bakan bir kimse sokak aşırı bir kimsenin harem odasını görebilir. Sonradan yapılan bu havalenin iptali için Şeyhülislam'dan bir fetva isteniyor. Şeyhülislam Mir Ahmet Muhtar, müracaatı haklı bulduğundan bu havalenin iptali için "Olur" fetvasını veriyor... Olay belki Şeyhülislam'dan fetva istenecek kadar büyük değilse de havaleyi yapan ev sahibi hatırlı ve nüfuzlu bir kimse olduğundan daha önce yapılan ricalara kulak asmıyor, havaleyi de iptal ettirmiyormuş. Eski evlerde yapılan ilave havale ve çıkarmaların, tahtaboşların sokak aşırı bile olsa karşıdaki evlerin bilhassa harem odalarını görmesine imkan verilmiyor, bu hatanın düzeltilmesi için icabında Şeyhülislam'dan bile fetva alıp hatalı bir durum varsa düzeltiliyormuş. Bu evlerin yapılışındaki incelikten birisi de pencerelerin yerleştirilmesidir. Bu pencereler de çevrelerindeki evlerin içini görmeyecek bir tarzda inşaa ediliyormuş.
***
Müslümanlar, sokak kapılarını Hristiyan evlerinin sokak kapılarından ayırmak için herhangi bir boya sürmezler, tahtaları ilk şekilleriyle korumaya çalışırlardı. Tahtalar kararmaya yakın, tabii normal tahta rengini alıncaya kadar sabunlu veya küllü suyla iyice ovarak temizlenirdi. Bu temizlik esnasında tahta fırçası kullanılırdı.
1940'lı yıllara kadar muhitim olan Tahtatepen semtinde bulunan 250-300 ev içinde sokak kapısı yağlı boya veya başka boya ile boyalı bir tek kapı olduğunu hatırlamıyorum. Kapıları yağlı boya veya çeşitli boyalarla boyanmış evler ekserisi Gazialemşah ve Alaaddin Tepesi'nin kuzeyinde bulunan mahalleleriydi. Dışarıdan gelen yabancı bir şahıs hangi evlerin Müslüman evleri hangilerinin Hristiyan evleri olduğunu kapılarından anlardı. Müslüman evlerinin kapılarını boyamak veya boya sürmek o ev sahibine yapılan en büyük hakaretti. Bu nedenle de ev sakinleri sokak kapılarının temizliğine, üzerlerinde bir küçük leke dahi bulunmamasına çok dikkat ederlerdi.
***
Bebeğin doğumu kesinlikle evde belediye ebesi veya mahalle/semtin bu işte tecrübeli kadınları tarafından yapılırdı. Ebe lüzum görürse, hasta doğum evine götürülür, lüzum görmezse doğumu, herkesin kendi evinde yapardı. Doğum evine, bakacak kimsesi olmayanlarla, yabancıları yatırırlardı.
...
Çocuk, sürünme devrini geçirip de yürüyecek bir zamana erişince, kolay yürümesi için çocuğu bir kimse kucağına alıp iki koltukları arasında tutarak kıbleye karşı döner ve üç defa; "saldım selâya, yürüsün kıbleye" der, çocuğu yavaşça salıverirdi. Yürütme işi Cuma günü salâ ile ezan arasında yapılırdı.
Eski Konya Evleri, Arif Nüshet Turgut
1) Atalardan gelen bir modelle yapılan, tek katlı, iki katlı ve tahtaboşlu evler ve bu evlerin iç düzeninde yer alan ayrıntılar.
2) Tanzimattan sonra değişikliğe uğrayan Osmanlı yapı mimarisiyle yapılan ev ve konaklar.
Tek katlı, iki katlı ve tahtaboşlu evler, Selçuklu Konyası'nın evleridir. Asırlarca aynı modelle yapılmış, üslubunu korumuştur. İkinci gruptaki Osmanlı tarzı evler, Osmanlı yapı mimarisi esintileri ile Konya'da Tanzimat sonrası yapılan evlerdir.
***
Semtimizde bir çocuk vardı. Bu çocuk her gün akşama doğru sığırların dağılma zamanı, çeşmenin taşına çıkarak kendi camızlarının gelmesini beklerdi. Uzaktan onu gören camızları, doğru çeşmeye gider, boynunu eğerek çocuğu iki boynuzu arasına oturtarak evlerine götürürdü. Camız kendi sahibinin çocuğundan başka kimseyi bindirmezdi. Bu olaya günlerce şahit olduğum halde bir fotoğrafını çekerek kalıcı hale getirmediğime halâ çok üzülürüm.
***
1870 yıllarında Konyalı bir şahıs Şeyhülislam'a müracaat ederek bir fetva istiyor. Sorulan ve fetvası istenilen olay şöyleymiş: Bir kimse sokak aşırı bir eve sonradan bir havale çıkartır. Bu havale veya çıkarmadan bakan bir kimse sokak aşırı bir kimsenin harem odasını görebilir. Sonradan yapılan bu havalenin iptali için Şeyhülislam'dan bir fetva isteniyor. Şeyhülislam Mir Ahmet Muhtar, müracaatı haklı bulduğundan bu havalenin iptali için "Olur" fetvasını veriyor... Olay belki Şeyhülislam'dan fetva istenecek kadar büyük değilse de havaleyi yapan ev sahibi hatırlı ve nüfuzlu bir kimse olduğundan daha önce yapılan ricalara kulak asmıyor, havaleyi de iptal ettirmiyormuş. Eski evlerde yapılan ilave havale ve çıkarmaların, tahtaboşların sokak aşırı bile olsa karşıdaki evlerin bilhassa harem odalarını görmesine imkan verilmiyor, bu hatanın düzeltilmesi için icabında Şeyhülislam'dan bile fetva alıp hatalı bir durum varsa düzeltiliyormuş. Bu evlerin yapılışındaki incelikten birisi de pencerelerin yerleştirilmesidir. Bu pencereler de çevrelerindeki evlerin içini görmeyecek bir tarzda inşaa ediliyormuş.
***
Müslümanlar, sokak kapılarını Hristiyan evlerinin sokak kapılarından ayırmak için herhangi bir boya sürmezler, tahtaları ilk şekilleriyle korumaya çalışırlardı. Tahtalar kararmaya yakın, tabii normal tahta rengini alıncaya kadar sabunlu veya küllü suyla iyice ovarak temizlenirdi. Bu temizlik esnasında tahta fırçası kullanılırdı.
1940'lı yıllara kadar muhitim olan Tahtatepen semtinde bulunan 250-300 ev içinde sokak kapısı yağlı boya veya başka boya ile boyalı bir tek kapı olduğunu hatırlamıyorum. Kapıları yağlı boya veya çeşitli boyalarla boyanmış evler ekserisi Gazialemşah ve Alaaddin Tepesi'nin kuzeyinde bulunan mahalleleriydi. Dışarıdan gelen yabancı bir şahıs hangi evlerin Müslüman evleri hangilerinin Hristiyan evleri olduğunu kapılarından anlardı. Müslüman evlerinin kapılarını boyamak veya boya sürmek o ev sahibine yapılan en büyük hakaretti. Bu nedenle de ev sakinleri sokak kapılarının temizliğine, üzerlerinde bir küçük leke dahi bulunmamasına çok dikkat ederlerdi.
***
Bebeğin doğumu kesinlikle evde belediye ebesi veya mahalle/semtin bu işte tecrübeli kadınları tarafından yapılırdı. Ebe lüzum görürse, hasta doğum evine götürülür, lüzum görmezse doğumu, herkesin kendi evinde yapardı. Doğum evine, bakacak kimsesi olmayanlarla, yabancıları yatırırlardı.
...
Çocuk, sürünme devrini geçirip de yürüyecek bir zamana erişince, kolay yürümesi için çocuğu bir kimse kucağına alıp iki koltukları arasında tutarak kıbleye karşı döner ve üç defa; "saldım selâya, yürüsün kıbleye" der, çocuğu yavaşça salıverirdi. Yürütme işi Cuma günü salâ ile ezan arasında yapılırdı.
Eski Konya Evleri, Arif Nüshet Turgut
16.10.17
Necdet Yaşar, Mustafa Nafiz Irmak'ı Anlatıyor
Mustafa Nafiz Irmak'ı Andık
Saz ve Söz etkinliklerinin üçüncüsünde, son asrın en mühim güfte şairlerinden biri, aynı zamanda bestekâr, kültürümüzün maalesef arka planda bırakılmış çok mühim bir zinciri olan Mustafa Nafiz Irmak'ı andık. Konuğumuz, kıymetli hocamız, tanburî Necdet Yaşar'dı. Nafiz'i çok yakından tanıması sebebiyle bizimle paylaşacağı pek çok hatırası vardı. Aşağıda sohbetin ufak düzenlemeler dışında noktasına virgülüne dokunulmamış tam metnini bulacaksınız. Sohbet havasını ve Necdet Yaşar'ın kendine has konuşma üslûbunu bozmamak için metne mümkün olduğunca az müdahale ettik. Afiyetle...
Okan Yunusoğlu: Sohbetimize başlamadan önce Mustafa Nafiz Irmak’ın kısa bir biyografisini sunmak istiyorum. Ondan sonra Necdet Hocamız kendisini, şahsını daha detaylı olarak anlatacak.
Mustafa Nafiz Irmak 1904 yılında İstanbul’da doğdu. Kendisinin hem güfte şairi olarak hem de bestekâr olarak müziğimize büyük katkıları olmuştur. Ancak bizim nezdimizde en büyük önemi güfte şairi olarak yaptıklarıdır. Müziğe ilk hevesi ortaokul yıllarında ortaya çıkınca Ortaköy Camii imamı Hafız Aziz’den ders aldı. Daha sonrasında Sultanselimli Ekrem Bey’den şarkı ve usûl dersleriyle Kocamustafapaşa hatibi Saadettin Efendi’den de teşbih ve dini musiki eğitimleri aldı. İlk bestesini 1931 yılında yaptı, bir sûzinak şarkı. Daha sonrasında güfteleri özellikle Selahattin Pınar’ın şarkılarında, Münir Nurettin’in şarkılarında hayat buldu. Kendisini 18 Eylül 1975 yılında maalesef Darülaceze’de kaybettik. Kabri şu anda tam tespit edilmiş olmamakla yani bir taşı olmamakla birlikte Feriköy Türk Mezarlığındadır. Kendisine tanrıdan rahmet diliyoruz. İnanıyoruz ki bu toplantı kendisini anmaya bir vesile olacak; hocamız da kendisinden hatıralarla bizi zenginleştirecek. Müsaadenizle toplantımıza başlıyoruz.
Hocam, öncelikle toplantımıza tekrardan hoş geldiniz, şeref verdiniz, Dede Efendi Evi’ne böyle güzel bir günde.
Necdet Yaşar: Ben müşerref oldum.
OY: Çok teşekkür ediyoruz. Öncelikle sormak istiyorum ki Mustafa Nafiz Irmak ile tanışmanız nasıl oldu?
NY: Mustafa Nafiz Irmak ile 1950’li yıllarda tanıştık. İstanbul Radyosunda, o zaman 1954 yılında bir imtihan açılmış yüzlerce öğrenci imtihana girmiş, bunların içerisinden 10 kişiyi seçmişlerdi. Onlara edebiyat dersi vermek üzere çağırmışlardı. Küçük bir maddi gelir elde ediyordu. Hafızam aldatmıyorsa Yesari Asım filan eser meşk ediyordu. Öyle bir dönem yaşandı ama bu çok kısa sürdü. Ondan sonra Mustafa Nafiz kendi kaderiyle baş başa olarak yaşamış oldu.
OY: Peki hocam; ben sizi bizzat tanıdığım için biliyorum; kendisiyle bir süre aynı evi paylaşmışlığınız da var. Onu anlatabilir misiniz?
NY: İsterseniz ondan evvel kendisini biraz tanıtayım. Şöyle benim boyumda, sallanarak yürür, hafif eğik yürür, boğuk bir sesle konuşur… Bu dünyada yaşıyor ama hakikaten bu dünyada mı bir başka dünyada mı onu anlamak hiç mümkün olamaz. Tamamen ve tamamen kendi dünyasında yaşayan enteresan bir tip. Bazen bir küçük çocuk gibi saf, temiz, berrak; bazen süper zeki, dâhiyane, ânî buluşlarıyla, ânî fikirleriyle, esprileriyle şaşırtan bir insan.
Kâh öyle kâh böyle, anlaşılmaz yani garip bir kişiliği olan enteresan bir tipti. Mesela 1960 ihtilali; Menderes Yassıada’da; radyo evinin önünde asker nöbet değiştiriyor. Herkesin ödü patlıyor; askeri yönetim hâkim bir durumda. Bu sallanaraktan radyoya geliyor, askerlere dönüp bakıyor. O sırada nöbet değiştiriyorlarmış “Enayiliği bırakın da tezkere almaya bakın” diyor. Bu askere söylenecek söz mü? Bu onun cüretkârlığından; onlara saldırma duygusundan değil; kendinde değil yani.
Radyo evinin kapısına gelir, birisinin açmasını bekler, elini sürmez, eline mikrop bulaşacak diye bir duygusallığın içerisinde ama kendisi son derece garip, berduş -tâbir-i âmiyanesiyle- yaşar, nerede yatıp kalktığını, gündelik hayatındaki temizliğinin ne olduğunu kimse bilmiyor ama kapının koluna el sürmez. Bazen karşılaşırız radyo evinin kapısında. Bekler benim açmamı. Ben de “Olur mu üstadım, hocam, ayıp olur, olmaz lütfen buyurun” derim. “Aç evladım, Necdet aç, aç” elini sürmüyor ya; ben de mahsus, inadına “Hocam nasıl olur yani ayıp olacak” şu bu falan derken “Aç ulan şu kapıyı!” der, açarım Mustafa Nafiz içeri girer. Uzaktan seslendiği zaman, uzaktan Necdet dediği zaman hep “Lebbeyk” diye cevap verirdim; Osmanlı usulü. “Hah şuna bakın, lebbeykmiş” falan filan gibi… Böyle enteresan bir adam.
Herkes onun kendisine sataşmasını ister, kendisine hakaretâmiz bir söz söylemesini bekler; ondan hakarete uğradım diye üzülmek yerine, aksine sevinir repertuvarıma bir hatıra aldım diye. Yani en ağır sözü, saldırısı hiç kimseye batmaz. Herkes hatta mahsus çanak tutar Nafiz’den bir şeyler sadır olur mu diye. Buna bir misal: Bir gün radyo evine müzik yayınlarına geliyor, onun geldiğini görünce rahmetli Aka Gündüz de mahsus ayaklarını öyle bir uzatmış ki içeri giremiyor. Geliyor ayağını çekmesini bekliyor, o da inadına tutuyor onu konuşturmak için. Nihayet Nafiz “Rica etsem birkaç dakika için eşekliği bırakır mısınız? Sonra yine devam edersiniz” diyor. O ayaklarını çekiyor giriyor. Tabii ölünceye kadar bunu keyifle, zevkle anlatıyor. Yani Mustafa Nafiz toplum içersinde bu şekilde dolaşan böyle bir tipti. Size, onun tipini şeklini tanımayan gençler için, zihninizde hafızanızda bir şeyler oluşsun diye bunları anlattım.
OY: Hocam, o dönemde Mustafa Nafiz’in etrafında başka hangi müzisyenler vardı? Sizin de beraber çalıştığınız... Kendisinin kimlerle diyalogu vardı diyelim daha doğru olarak.
NY: Niyazi Sayın'la, bizim Niyazi ile gayet iyi görüştü, yakın olarak görüştü. Hatta onun da Üsküdar’daki evine, gidip misafir kalma değil de bendeki gibi, çok git gel etti Mustafa Nafiz. Niyazi'ye çok git gel etti. Tabii o zaman benim akranım olan daha ziyade genç kuşak ondan repertuvar almak için devamlı kızıştırırlardı. Bir gün yine radyoda stajyerlerin çalıştığı odanın koridorundan geçerken baktım ki orda efendime söyleyeyim Süheyla Gürses vardı Allah rahmet eylesin, Aka Gündüz’ün hanımıydı. Tek ayağının üstünde duruyor. “Aa hayrola” dedim.”Vallahi içerde Nafiz hoca aruzdan bir soru sordu, mef'ûlü mefaîlü fâilâtün faîlünü bilemedim. Ceza olarak çık tek ayağının üzerinde dur” dedi… İşte böyle enteresan kişiliği olan bir adamdı. Bu adamın hiçbir geliri yoktu. Ne hazin; böyle bir adamın hiçbir geliri yok! Yaptığı güftelerden o gün nerde... ne gibi bir kazancı olacak?! Meşhur Doktor Necmettin Hakkı İzmirli onu maaşa bağlamıştı. Taksimde Marmara Etap Oteli’nin olduğu yerde bir apartman vardı. Onun birinci katı Necmettin Hakkı İzmirli’nin muayenehanesiydi. On beş günde bir orada müzikli sohbetler olurdu. Devrin başbakanı bile gelir, ünlü şairler, Behçet Kemal Çağlar’lar, Alâeddin Yavaşça’lar, Recep Birgit’ler, Niyazi Sayın’lar… O evde unutulmaz tarihi geceler yaşandı, yemekler yenildi. Nur içinde yatsınlar. O onu maaşa bağlamıştı. Ara sıra da benden ufak para isterdi. Ben kendisini bir gün olsun kırmadım. Hiçbir gün bugün elim dar, bugün müşküldeyim filan demedim. Ne dediyse verdim ama benden yüksek bir şey istemezdi. Şiirle isterdi.
“Kaldım yine tıngır,
Necdet yolla mangır”
Hamiş: 20 Lira yeter, 25 Lira yeter, 15 Lira yeter. İşte ellili yıllar bilmiyorum ne kadardı o para, bilemiyorum yani.
1960 yılında 30 yaşında doğum yaparken bebeği ile beraber vefat eden kuzenimin mezar taşına onun akıbetini anlatan dört mısra yazdı. Tesadüfen hâlâ Nizip mezarlığından geçip de okuyanlar kardeşime soruyorlarmış yahu kim yazdı bunu diye. Ben de kendisini hiçbir zaman kırmadım ama benden de öyle yüksek şeyler istememişti. Şımarttım da adeta. Sataşırdı bile. Hem bir dediğini iki yapmıyorum. Yeri geliyor elbiselik kumaş alıyoruz, onu biraz donatalım diye. O sataşmalarını hiç eksiltmez, herhangi bir minnet borcu diye bir şey yok. O kendi dünyasında yaşayan bir adamdı.
OY: Hocam bu Nizip mezarlığındaki kısa dörtlüğü hafızanızdaysa eğer paylaşabilir misiniz?
NY: Ey yolcu, bu toprak altında yatan
Ömrümün açmadan solan bir gülü
Gözümden kalbime doluyor hep kan
Bastığın bu yerde bahtım gömülü
Aynı bu anlattığı şekilde vefat etmişti. Ayağıyla hastaneye gitti. Bize göre doktor hatası oldu. Hamile olduğu için, karaciğer erimiş, doktor elini atıyor anlayamıyor onun o yapısından. Ayağıyla gitti, cenazesi geldi. Kan kusarak öldü. Bakın bu şekilde ”gözümden kalbime doluyor hep kan; bastığın bu yerde bahtım gömülü ”diye. Oku bir fatiha ruhu şad olsun, kabrime cennetin nurları dolsun.
Sizlere böyle acı şey söylemek istemem ama Nafiz’i anlatmak için, Okan da sorunca mecbur olduk. İşte Nafiz böyle bir enteresan adamdı.
Bir gün radyodan çıktım. Yine ellili yılların sonuna doğru. Otobüse bindim baktım ön taraftan bir ses geliyor. Mustafa Nafiz’in sesine benziyor ama birisi ayağına basmış affedersiniz dememiş. Öbür ayağını uzatmış “Basınız efendim. Buna da basınız. Lütfen efendim. Çekinmeyin efendim”. Onu o şekilde mahcup etmek istiyor. ”Necdet atla” dedi, ”atla hemen arka kapıdan”. Atladım, bekleyip başka bir otobüse bindim.
Şiir düellolarımız da oldu. Hiciv yazdı bana. Ben de kendisine yazdım. O vesileyle Hicvî mahlâsı aldım. Benim hicivlerimi Park Otel’in karşısında bizim eczacı Uğur Derman hattat şeysiyle yazıyor, altına Hicvî diyoruz. Park Otel'in pastanesine giriyorum. Çünkü hep gelir oraya oturur. Ona ikramda bulunur para almazlar. Biliyorlar onun Süpermen bir tip olduğunu. Garson Sahak Efendi'ye veririm zarf içinde hicvi, üç beş lira da bahşiş verip bunu aman Nafiz’e ver diye… Bu şekilde karşılıklı şiir düellolarımız da oldu. Yani kendisine bir şey yaptığım için değil, şımarttığım için. Ama ben de hiç kırılmadım, üzülmedim.
OY: Hocam isterseniz şimdi müzikle bir ara verelim.
Prof.Dr. Orhan Bilgin: O hicviyelerden bir iki tane örnek verebilir misiniz?
OY: İsterseniz önce bir müzik arası verip sonra alalım uygunsa.
NY: Tabiî, daha bir renk olur.
Özer Özel: Münir Bey’in, Sevda ile dillendi bu son şarkı sesinde. Rast şarkı.
Güfte: Sevda ile dillendi bu son şarkı sesinde İsyanı bırak gel de bu son besteyi dinle Ruhumdaki dert bir gece ağlaşsa seninle Hicranı unuttur bana çılgın hevesinle
İsyanı bırak gel de bu son besteyi dinle
OY: Bir eser daha alalım hocam.
NY: Tabii tabii. İki, üç alın…
ÖÖ: Selahattin Pınar’ın bir bestesi. Yalnız benim ol el yüzüne bakma sakın sen.
Güfte: Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen
Kıskan beni göğsünde uyut, yan ateşimden Aşkın o zehir hasretin ruhumda kanarken
NY: “Görmezsem sabredemem bilhassa Necdet Yaşar’ı” o kadar beni seviyor, görmezsem sabredemem diyor.
“Görmezsem sabredemem bilhassa Necdet Yaşar’ı / Vız gelir hâtırıma, şâdıma balkan kaşarı”. Yani balkan kaşarı yemesem aklıma gelmez, umurumda olmaz ama Necdet Yaşar’ı görmezsem sabredemem diyor ama çiviyi koyuyor.
Ben de bilmukabele hiciv yazdım kendisine. Evvela bir mecliste okudum. Devrin ünlü rektörü Ordinaryüs Profesör Kazım İsmail Gürkan; efsane isimdir yani duymuşunuzdur, eskiler bilirler. Müthiş bir adam. Paris tahsilli, Fransız ihtilalini öylesine iyi bilir ki ihtilalin filanca saatinde Paris’in filanca sokağında kim kimle karşılaştı, kim çekip ona ateş etti ayağından vurdu… Bu derece teferruatı bilen, anlatan bir adamdı. Mağrur bir adamdı. Böyle tavana bakarak konuşur. Sizinle haşır neşir konuşmaz ama tabii ki biz Necmettin Hakkı İzmirli’nin evinde sarmaş dolaş olmuştuk. Şiiri okudum “Espri güzel ama ben onu aruza uydurayım ama benim düzelttiğimi söyleme” dedi. Ben de şöyle yazmıştım, sonra da düzeltilmiş halini söyleyeceğim “Şirretlikte yektâdır Mustafa Nafiz Irmak / Bir tenhâda kıstırıp câizdir kellesini vurmak”. Espri güzel dedi, ben aruza uydurayım. Peki dedim. “Şirretliğin yektâsı Mustafa Nafiz Irmak / Kıstırup bir tenhâda câiz kellesin kırmak”. Fâilâtün fâilün fâilâtün fâilün… Hicvî diye attım. Eczacı Uğur Derman, hattat, onu güzel yazdı demin bahsettiğim şekilde. Park Otel’e teslim ettik. Sonra bu düello devam etti, kızıştı. Eyvah dedim ben bununla nasıl baş ederim. Böyle bir şairle nasıl baş ederim. Hep düşünüyorum onu can evinden vuracak bir şey yakalamak için. Bir ara birisine âşık oldu. Aşüfte bir kadına âşık oldu. Kadın da öyle bir aşüfte, öyle bir aşüfte elinde liste yapmış. İşte müzik âleminin yaşlılarıyla düşüp kalkacağım. Yaşlıların aşk halini anlamak istiyorum. Bir sürü isimler, hep yaşlılar yaşlılar… En sonunda da Mustafa Nafiz Irmak. Mustafa Nafiz Irmak da yani listenin en sonunda… Bunun üzerinde durarak onu can evinden vuracak bir şey yazdım. Söyleyemiyorum çünkü duyulur da mahkemelik, dava konusu olabilir diye. O aşüfte çünkü duyabilir bunu. Yine Nafiz’e hicvi diye yazıp yolladım. Bunun üzerine eve geldi, Nişantaşı’na, “Ulan!” dedi “Sen ne zamandan beri şair oldun ha? Sen kim şiir yazmak kim!” Vallahi dedim usta şaka yaptım ver elini öpeyim filan... Böylece düello sona erdi. Ben bu kadarcığını size söyleyeyim.
OY: Hocam meclislerde hep adı geçiyor, konuşuyorsunuz, anlatıyorsunuz ama 6 ay gibi bir süre de misafiriniz olmuş. 6 aylık misafirlik olur mu ama o da nasıl gelişti, nasıl oldu bir anlatırsanız…
NY: Peki. Kurtuluş’ta oturduğunu biliyorduk fakat evini ben görmediğim gibi benim arkadaşlarım içinden de ben gittim evini gördüm diyen olmadı. Nasıl bir evdi, bir daire miydi, bir odacık mıydı, pansiyoner gibi miydi bilemiyoruz çünkü parası geliri olmayan bir adam olduğu için nasıl bir şeydeydi doğrusu bunu bilemiyorum. Sadece Kurtuluş’ta oturuyor diye biliyorduk. Ne yiyor ne içiyor doğrusu hiç bilemiyorduk. Bahar olduğu zaman Emirgân’a gidiyordu. Emirgân’da o tarihi çınarın orda bir kahvede sabahlıyordu.
Şiirini yazıyor güftesini yazıyor ediyor, mevsim de artık bahar. Birden hatırladım; şairler kendini seviyorlardı. Mesela Tanbûri Cemil hakkında yazı yazdım bir mecmuaya, orda da dedim ki “Tanburi Cemil’e sadece tanbur virtüözü demek eksik kalır, onu anlatmaya yetmez. O sazının ve müziğin bir feylesofudur, o felsefe yapıyor, sadece bir makamın teorisiyle dolaşıyor filan değil...” yazdığım için Faruk Nafiz Çamlıbel bunu okumuş, hoşuna gitmiş. O çocuğu bana getirin demiş. Mustafa Nafiz aldı beni Emirgân’a götürdü, o tarihi çınarın altında ikindi vakti boğazı seyrederek çay içtik, sohbet ettik. O Faruk Nafiz’in konuşmasını, şiir okuyuşunu bir dinleseydiniz… Şiir akıyor ağzından… Hayatımda o ikindi çayını hiç unutamam. Nafiz’in sayesinde böyle bir şey olmuştu. Şairler kendisini beğeniyorlardı. Konuştukça hatırlıyorum. Mesela Yahya Kemal gibi efsane bir adam onun güftelerini çok beğeniyordu. Hatta şöyle demiştir “Ben şarkı güftesi pek yazmadım. Tek tük birkaç tane güfte yazdım. Münir Bey’ler filan bestelediler ama o deli oğlanın şarkı güftelerini çok beğeniyorum”. O deli oğlan dediği de bizim Mustafa Nafiz. Demek şairler de onu asla küçümsemiyor, onun şarkı güftekârlığını çok beğeniyorlardı. Selahattin Pınar’ın meşhur bir şarkısı vardır. Hikâyesini biliyor musunuz acaba, duydunuz mu? Gecenin mâtemini aşkıma örtüp sarayım. Biliyor musunuz?
OY: Hocam isterseniz şöyle yapalım. Önce şarkıyı dinleyelim.
NY: Okuyacak mısınız? Haydi, canım benim.
ÖÖ: Önce Suzinâk bir şarkı okuyup arkasından okuyalım.
Güfte: Sâzın gibi al sînene, vur kalbimi inlet
Mehtapta bu akşam bana son şarkını dinlet
Her nâğmede mâzîdeki hicranları yâd et
Güfte: Gecenin mâtemini aşkıma örtüp sarayım Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım Şimdi ben tıpkı şifâsız kanayan bir yarayım.
OY: Buyurun hocam.
NY: Selahattin Pınar bir ara devrin ünlü bir tiyatro sanatkârına âşık oluyor. Onunla beraber bir aşk ilişkisine giriyorlar. Babası da biraz daha namazında niyazında mümin bir adam. İstemiyor onunla böyle bir ilişkide olmasını. Durmadan ona “Vazgeç ondan. Bırak onu” diye tartışıyorlar. Bir gece yine Pınar eve geliyor. Babasıyla bu konuyu tartışıyorlar. İşte bırakırım da bırakmam da… Baba oğul bayağı bir şiddetli münakaşa yaptıktan sonra Pınar öfkeyle çıkıp yine kendine göre bir yere gidiyor. Gece yarısı eve döndüğü zaman bakıyor bütün apartmanda ışıklar yanıyor. Sadece kendi dairelerinde, yani babasının evinde değil, bütün katlarda… Geliyor ki babası vefat etmiş. Siz sağ olun… Babasının vefatı bu şekilde olmuştur. Bunun üzerine Nafiz’e geliyor. Ben ne yapayım artık, nasıl yapayım, kendimi nasıl affettireyim, nasıl bir şey yapayım? Bana bir şiir yaz, bir güfte yaz diyor. Bunun üzerine Mustafa Nafiz yazıyor. Yani bir kadına yazılmış aşk dörtlüsü değil de babanın bu şekilde ölümünü anlatan Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım / Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım / Şimdi ben tıpkı şifasız kanayan bir yarayım diye. Bu şarkının hikayesi de böyledir.
Dinleyici: Hep bir kadına yazılmış sanırdık.
NY: Evet, normal. Çünkü dediğim gibi kendi dünyasında yaşıyor. Enteresan, anlatmaya çalıştım. Onunla şöyle bir masaya oturup “Hadi hocam bugün biraz beraber çay içelim bir takım konuları, gündelik konuları, siyaset veya bir başka konu konuşalım filan” hayır, olamaz… O ne diyorsa o olur. Onun o andaki halet-i ruhiyesi, duyguları, düşünceleri neyse ancak o konuşulabilir. Çünkü o kendi dünyasında yaşayan bir adamdı.
OY: Her sudan yapılmış çayı da içmezdi derdiniz hocam.
NY: Şimdi bekârlık 1963 yılında -ki Mesud Hocamın öldüğü yıldı- ben Aksaray’dan, Horhor’daki bekâr evimden Nişantaşı’na geldim. O Horhor'un ordaki evim de enteresan bir evdir. Meraklı olanlara gösteririm. Karşısında eski bir İstanbul evi, harabe bir İstanbul evi göreceksiniz. Cumbalarıyla filan çöktü çökecek bir ev. Mesud Cemil’in vaktiyle bir gönül macerası da olmuş bir mahallede oturdum. Oradan Nişantaşı’na 63’te geldim. Garip tesadüf, Mesud Cemil de 1963’te vefat etti. O zaman dediğim gibi evime müzik âlemi doldu boşaldı. Kardeşim Ünal, sonradan politikaya soyunan 3 dönem milletvekilliği yapan Ünal Yaşar, hukukta okuyor o zaman. Antep’li olması hasebiyle hem de aşçı. Antepliler malum erkekler de yaman aşçı olur. Gerçi ben bir suyu bir şeye katamam. Çok beceriksizimdir. Hatta hanımım zaman zaman -mutfakta çok hata yaparım- “Tanrım bu eller mi bu tanburu çalıyor! Tanrım bu eller mi?” diye söylenir. Yani o derece beceriksiz sakar bir adamım mutfaktan yana. Gelen, giden, yiyen, içen... Mesela hiç ummazsınız Celal Doğan evin müdavimlerindendi. Hukuk fakültesinde okuyor; velisiydim yani burs kefiliydim kendisinin. Devamlı nasihat ediyordum ve onu idam ettikleri çocuğun, Deniz Gezmiş’in peşinden çektim aldım ve kendisi Antep belediye başkanlığı yaptı. Müthiş hizmetler verdi. Antepliler, o kadar anlı şanlı, köklü aileler bile kendisini başlarına taç ettiler. Efendime söyleyeyim gelen, giden, yiyen, içen işte kadayıflar çiğ köfteler, lahmacunlar falanlar filanlar… O ev öylesine bir evdi. Çok istiyordum o evi satın alıp müze ev yapmayı. Eski bir Rum evi. Hala duruyor. Restore oldu. Yani yıkılıp apartman yapılmadı. Kısmet değilmiş. Yaşım da ilerledi. Artık yapsam da keyfini süremeyeceğiz yani. Ama dediğim gibi o ev tarihi bir ev oldu; giren, çıkan, yiyen, içen belirsiz öyle müthiş bir evdi. Bir gün Nafiz geldi “Necdet, bir hafta sizde kalabilir miyim, bir müşkülüm var” dedi. A a baş üstüne ne demek. Kardeşim Ünal ile beraberiz. O da bir haftalığına geldi. Bir hafta geçti, bir ay geçti, iki ay geçti, üç ay geçti… Altı ay evimde kaldı. Bahar olup da Emirgân’a gitme zamanı gelince hani mevsim filan dönüyor… O arada da eve gelen gidenler filan oluyor. Misafirler geliyor. Onlarla olan, onun dalaşmaları; rahmetli Bekir Sıdkı’dan tutun da Kâni Karaca’dan tutun da Niyazi Sayın’dan tutun aklınıza kim gelirse yani… Biz onu öyle bir şımarttık, öyle bir şımarttık ki garip isteklerde bulunmaya başladı. Güneydoğuluyuz, örf adet, misafir evde ne isterse baş üstüne diyoruz.
Bir gün kar diz boyu, adım atılacak bir durum yok. Gecenin 11’i. “Necdet, canım ne istiyor biliyor musun” dedi; ”Ne istiyor?” dedim. “Beyaz bir Şam baklavası” dedi. “Usta” dedim, “benim canım ne istiyor?” “Ne istiyor?” dedi. “Şöyle seni götürsem Cağaloğlu hamamının göbek taşına yatırsam, elimle şöyle bir keselesem keselesem…” dedim. “Ulan delinin şu istediğine bak, ben Şam baklavası istiyorum, o Cağaloğlu hamamını istiyor” dedi. Tabii onu hak etmişliği olduğu için yani… böyle espriler, hikayeler…
Bir gün kar yine diz boyu “Çay istiyorum” dedi. Dedim “Hay hay, baş üstüne”. “Ama Terkos suyundan çay içmem. Hamidiye suyu isterim” dedi. Gecenin 11’i, kar diz boyu, Hamidiye suyu olmazsa içmem diyor. Ünal ile birbirimizin yüzüne baktık, ona işaret ettim gel dedim. Şöyle koridordan çektim kapıya. Yüksek sesle “Haydi kardeşim Ünal bak Bomonti’ye doğru yürü, sanıyorum orada bir çeşme var. Hamidiye çeşmesiydi. Oradan getir Hamidiye suyunu” dedim. Yüksek sesle söylüyorum, oradan duyuyor beni. Kapıyı yavaşça, yalandan kapatıp mutfağa giriyoruz. Ne Hamidiye’si, nerde bulacağız o saatte Hamidiye’yi. Terkos’tan çayı yapıp götürüp indiriyoruz önüne. İçiyor “Hah işte çay böyle olur. Hamidiye’den olur” diyor. Çünkü artık onu fark etme şeyinde değil. Kapris yani… Gecenin o saatinde kar diz boyunda…
Peki, Nafiz nasıl gitti? Diyoruz tanrım yarabbim, bu tanrı misafiri ama çıldırmak üzereyiz yani… Tesadüf Amerikalı meşhur hikâye yazarı O. Henry vardır; hikayelerinin sonu inanılmaz bir sürprizle biter. Dünya klasiklerine girmiştir. Okuyanlar bilir. Akla hayale gelmeyecek bir sürpriz. Birden bire Nizip’ten ortanca kardeşim Yüksel Yaşar çıkıp gelmez mi! Misafireten geldi. Nafiz buna müthiş kızdı. “Ulan bu kim!” dedi. “Kardeşim Yüksel Yaşar” dedim. “Ne işi var burada” dedi. “Ne bileyim usta çocuk gelmiş misafir olarak abisinin evine” bilmem ne filan. “Ulan bura otel mi!” dedi. “Yahu abi ne yapalım, hocam, usta… Kardeşimdir ne diyeyim, nereye yollayayım” “Ulan bura pansiyon mu!” dedi. Artık sayıyor döküyor yani “Durmam ben bu evde, gidiyorum” dedi. Nafiz toparlanıp Emirgân’a çınarın oraya gitti. Nafiz’in evimizde altı ay kaldığı zaman bir kitap olur. Ben size iki hatıra anlattım. Bu bir kitap olur inanın ama şimdi burada işin dozunu kaçırmayalım diye iki küçük anı aktardım.
OY: Hocam, isterseniz yine bir müzik arası verelim. Bir eser daha dinleyelim.
NY: Bir az geliyor. Onun solistliğini biliyorum ben ama bu kadarı maşallah.. Bu müthiş tanburi biliyorsunuz. Baş pehlivan. Bu kadar da okuyor, tavırla, edayla hançereyle. Şaşırtıcı bir şey.
ÖÖ: Sadi Işılay’ın, Ruhunda ölen nağmede sevda sesi var mı ile başlayan segâh şarkısı.
Güfte: Ruhunda ölen nağmede sevda sesi var mı?
Anlat bana ey sevgili, aşkın bu kadar mı? Kumral saçının telleri hicranı sarar mı?
Anlat bana ey sevgili, aşkın bu kadar mı?
NY: Biraz bu şarkı için bir şeyler söyleyebilir miyim? Biliyorsunuz Sadi Işılay’ın bu şarkı. Kendisi devrinin efsane kemancısı. Hem de çok kıvrak bir hançereyle eser okurdu. Aşkın bu kadar mı derken o hançere kıvraklığı da beni şaşırttı yani Özer’in. Türk müziğinde sayılı kimseler böyle şaşırtıcı kıvrak bir hançereye sahiptir. Her solist o kadar hançereye sahip değildir. Münir Bey’leri filan efsaneleri şöyle bir kenara bırakırsak günümüzde yaşayan hanende Nurettin Çelik’in hançeresi öyle kıvrak, şimdi baktım bizim Özer de son derece büyük zor yani kolay rastlanmayan bir hançeresi olduğunu da şimdi öğrendim. Onun hanendeliğini biliyordum da gitgide hünerlerini öğrenmiş oluyorum. Bu arada bunu da belirteyim ve Sadi Bey’i de bu vesileyle yâd etmiş olalım istedim.
ÖÖ: Şimdi hüzzam şarkı, Aşkınla sürünsem yine aşkınla delirsem.
Güfte: Aşkınla sürünsem yine aşkınla delirsem
Bilmem ki ne yapsam da senin kalbine girsem
Bir gölge gibi ruhunun altında belirsem
Bilmem ki ne yapsam da senin kalbine girsem
OY: Bir hüzzam daha okuyup hüzzam faslını kapatmış olalım hocam.
Güfte: Seviyordum onu ruhumda kanarken yaralar
Ah o gözlerde bahar akşamının hasreti var
Acı bir yaştı gözümden dökülen hâtıralar
Hasta kalbimde siyah gözlerinin matemi var
NY: Sene 1964, ben matbaacılığa başladım. Cağaloğlu’ndayım; ortağım da var. Nafiz dedi ki “Benim şu şiir kitabımı basar mısınız?” Emredersin dedim. Geldim ortağıma, dedi “Necdet, öder mi?” Herhalde dedim bir yerden bir güç almış olması lazım. “Kefil misin?” diye sordu “Kefilim” dedim. Kitabı bastık verdik, tabii Nafizcik nereden ödeyecek yani. Ben ortağıma ne istiyorsun dedim, kefil olmuştum. O da biraz meraklıydı, amatör tanbur çalıyordu. Benim çok tanburum vardı, hala da kalan 12 tane tanburum var yani. “Şu Onnik tanburu bana ver” dedi. 1000 Liraya almıştım 1958 senesinde. Onu Nafiz için ortağıma verdim. Anamın ak sütü gibi helal olsun. Sonra onun bir kere daha kitabını bastım. Sene 1970, ben Unkapanı’ndaki İMÇ’ye taşındım. Tek başımayım artık, ortak filan yok. Palazlandım, güçlendim. Nafiz yine “Benim şu kitabımı basar mısın?” dedi. “Hay hay” dedim. Bu sefer artık ona hediye olsun diye seve seve yapıyorum. Körfezdeki ses… Şimdi bu durmadan radyodaki telefondan telefon açıyor. “Necdet, Necdet kaçıncı sayfadayız… Dizildi mi… Hani prova getirmedin…” Böyle bir boğuşma halindeyiz. Bir seferinde Sadun Aksüt radyoda, telefon açıyor bana. Bilerek mi, kasten mi, numara mı bilmiyorum. Kadıköy’de bir bayanın evi düşüyor. Nafiz “Necdet… Necdet… Yaşar matbaası mı? Kim var orda” diyor. Kadıncağız “Efendim yanlış düştü galiba burası Kadıköy. Bendeniz Mücella” diyor. “Ha öyle mi hay Allah” deyip pat kapatıyor. Üç beş dakika sonra “Sadun…” diyor “aç bi yahu demin yanlış düştü bir kadın çıktı. Bul şu Necdet’i bana” diyor. Kitabı soracak. Açıyor tesadüf, Sadun’un hınzırlığı mı, tesadüf mü, bir bağlantı olduğundan mı yine Kadıköy’deki kadıncağız, Mücella… Mecburum o kelimeleri söylemeye. Darılmayın bana; bu adam ne biçim demeyin. Kadıncağız “Efendim,” diyor “yine yanlış düştü. Burası Kadıköy, ben Mücella”. “Ulan orospu yine mi sen!” diyor. Kadın çılgına dönüyor. Haklı. Düşünüyor ne yapsam diye. Bu ne dedi, Necdet dedi, Yaşar dedi, Yaşar Matbaası dedi. Arıyor dedektif gibi bizim Küçükpazar Karakolu’na uzanıyor. Benim bu durumdan haberim yok daha. Baktım bir polis geldi, buyurun karakola dedi. “Yaşar Necdet” dedi. “Evet” dedim. “Yaşar Matbaası” dedi. “Evet” dedim. “Hayrola” dedim. “Siz telefonda taciz yapmışsınız” dedi. “Aman" dedim “memur bey, tam buldun adamını. Türkiye’de bunu yapmayacak birkaç kişi varsa biri benim. Bizim şanımıza yakışmaz" dedim. Taciz yapmışsın etmişsin filan diye çekişiyoruz. “Bir yanlışlık var, olmaz” diyorum. “Kim benden şikayetçi” dedim. Oturdu adam matbaadan Mücella Hanım’ın evini çevirdi. Aldım telefonu “Hanımefendi Necdet Yaşar benim, ben size ne yaptım?” dedim. “Siz değildiniz” dedi “sizin isminizi söylüyordu. Manyak bir herife benziyordu”. “Ne olur polise de söyleyin. Beni karakola götürecekler” dedim. Polise verip de “O değildi, onun ismini söyleyen biriydi” deyince paçayı kurtardım ve hemen anladım. Hayatımda ilk defa kendisine ulan diye hitap ettim. Geldim radyoya “Ulan Nafiz!” dedim. Böyle böyle beni karakola götürüyorlardı… Onun bazen küçük çocuklar yaramazlık yapar da annesine karşı böyle hi hi hi diye kendini affettirmek için… Allah’ım onun öyle bir gülüşü vardı… Nur içinde yatsın. Kitabı bastım kendisine helali hoş olsun.
OY: Hocam isterseniz yavaş yavaş toparlayalım. Sözü yine müziğe bırakalım. Mustafa Nafiz ile ilgili son sözlerinizi dinleyelim.
NY: Mezarını kayıp diye biliyorduk, üzülüyorduk. Darülaceze’de öldü böyle güzel bir adam. Beş parasız, Darülaceze’de hayatını kaybetti. Türkiye’de ne idüği belirsiz Sulukule takımının hanlar, hamamlar, yalılar sahibi olduğunu; çok şükür gözümüz yok, tokuz ama bir de böyle değerli güzel bir adamın Darülaceze’de öldüğünü düşünün. Japonlar’ın bir milli hazine kanunu var. Bir kanun çıkarmışlar. Bundan 25 sene evvel New York Üniversitesi’nin bir etnomüzikoloji kongresine davet edilmiştim. Orada konuştu Amerikalılar yahu bu kadar zengin ülkeyiz, şu Japonların yaptığını yapamadık diye. Nedir milli hazine kanunu, ne yapıyorlarmış? Ülkede konusunda çok seçkin olmuş, artık hiç kimsenin itiraz edemeyeceği seviyeye gelmiş birisine gidiyor diyor ki “Gel buraya, ne istiyorsun? Al sana yazlık, al sana kışlık, al sana ne istiyorsan ama birikimini mezara götürmeyeceksin. Anlatacak mısın, teybe mi okuyacaksın, birilerine mi öğreteceksin…”. Japonya bunu hâlâ uyguluyor. Keşke bizde de böyle bir şey olsaydı da böyle güzel bir adam böyle göz yaşartıcı bir akıbetle kaybolup gitmeseydi. Bir de şunu düşünüyorum acaba bizde böyle bir kanun çıksa yine böyle seçkinlere mi verilir yoksa ne idüğü belirsiz takımına mı dağıtırlar o da ayrı bir konu yani. Buradan şuraya gelmiş oluyorum. Allah razı olsun Okan’ın noter babası, nur içinde yatsın yakında kaybettik, o güzel adam (İzzet Şener Yunusoğlu) dedektif gibi aradı onun mezarını buldu. Ben yaptırmak istiyordum kuzenime yazdığı şiirden dolayı. Bu sefer Kubbealtı “Hayır” dedi “Bu bize düşer, bizim bunu yapmamız lazım”. İtiraf edeyim ki gündelik hayatın içinde peşini kovalayamadık. Söz verdiler, beni durdurdular çünkü. Sıkıştıralım, siz de beni sıkıştırın… Başımızdaki daha önemli şeylerin peşine koşuyoruz, yapmayı arzuladığımız şeyleri biraz geri plana atıyoruz. Kubbealtı sözünü yerine getiriyorsa getirsin. Getirmiyorsa yaptırırız yani.
OY: Son bir soru var onu alabilirsek…
Orhan Bilgin: Neyzen Tevfik ile Mustafa Nafiz’in bir tanışıklığı var mıydı?
NY: Evet, tanışmışlıkları var. Mustafa Nafiz’in de var, Yesari Asım’ın da var. Söylemişti ama bu tanışmışlık görüşmüşlükle ne derece yakındılar bilemiyorum. Ben Neyzen Tevfik’i bir kere gördüm. Öğrenciyim henüz üniversitede Beyazıt’ta. Laleli’ye doğru yürüyordu. Elinde tahtadan; bilmem sizler ne dersiniz, Güneydoğu'da havaneli deriz, hani böyle tokmağıyla karabiber ezilir, bilmem ne ezilir; elinde öyle bir şey vardı. Böyle sallanarak Laleli’ye doğru yürüyordu. İşte Neyzen Tevfik gidiyor dediler. Onu bir kere o şekilde gördüm. Kendilerinin ne gibi hatıratı olduğunu duymadım, bilmiyorum.
OY: Hocam, artık müzik bundan sonra.
Güfte: Ruhuma gecenin matemi doldu
Ben şimdi derdinle bir kırık neyim
Ümidim kırıldı bir hayâl oldu
Kimsesiz yollarda kalan gölgeyim
Bilmem ki derdimi kime yanayım
Kime yalvarayım ah kimi anayım
Bir zaman benim de baharım vardı
Gülerdim içimde güller açardı
Şimdi her şey bitti gönlüm karardı
Kimsesiz yollarda kalan gölgeyim
Güfte: Koklasam saçlarını bu gece ta fecre kadar
Acı duysam gözünün rengine dalsam da senin Kanatır ruhumu mâzide kalan hatıralar
Doyamam ömrüme ben kalbini çalsam da senin
NY: Ben de 60 sene, 65 sene gibi gerilere gittim. Çocuktum Nizip’te o zaman. Aman Allah’ım! Silahını erken çeken ateşliyor! Amerikan vahşi batı filmleri vardır hani; öylesine bir ortamda doğduk büyüdük. Fakat evimizdeki gramofonda bu şarkıyı hatırlıyorum. Sonradan musikiye girince ”Aa ben bunu gramofonda dinlerdim” filan diye… Şimdi bana onu hatırlattı bu şarkı.
ÖÖ: Şimdi kürdîlihicazkâr bir şarkısı var Münir Bey’in. Bu yıl da böyle geçti.
Güfte: Bu yıl da böyle geçti
Şirin sözlü sevgilim
Hayâl içinde geçti
O tatlı günlerimiz
Geçen yılı yâd edip
Üzülme ey sevgilim
Şevke ümide doğru
Kanatlı günlerimiz
Aslıhan Eruzun Özel: Şimdi Mustafa Nafiz Irmak’ın şevkefzâ şarkısını seslendireceğiz hocam.
NY: Onun ikinci güftesi Mustafa Nafiz’indir. Birinci güfte Râtıp Âşir’in. “Senin cevrin senin zulmünle şadım / Niçin dursun figan-ı şûle-zâdım" diye giden kısmı Nafiz’indir. Bu şarkının ara nağmesi de Neyzen Niyazi Sayın’ındır.
Güfte: Sebeb sensin gönülde ihtilâle Sürüklersin beni sonsuz melâle
Bilirsin müptelâyım ben ezelden
Belâ-yı ateşe, belki hayâle
Senin cevrin senin zulmünle şâdım
Niçin dursun figân-ı şûle-zâdım
Benim sensin bu âlemde muradım
Düşürsen de beni sonsuz melâle
NY: Mustafa Nafiz’in şu şarkısını dinlediniz. Şu şarkı ölümsüzlüğün imtihanını aşmış bir şarkıdır. Bu millet yaşadıkça, bu müzik yaşadıkça ne zaman bir şevkefzâ gündeme gelse böyle bir şarkı herkesin hemen anında gönlüne, zihnine, diline gelir. Birçok şarkılar besteleniyor. Ortalık yıkılıyor. Allah Allah! Çalınıyor, söyleniyor CD’ler, kasetler, reklâmlar falan filan. Bakıyorsun üç beş ay sonra, altı ay sonra tarihin çöplüğünde kayboluyor. Bir takım şeyler de ne olursa olsun ölmek bilmiyor. İşte o imtihanı aşanlar sanatın ölümsüzlüğünü kazanmış demektir. Bakın asıl işi şairlik, güfte yazarı olan adamın şu şarkısına bakınız. Ölümsüz bir şarkı. Yeter kendisine. Birkaç tane daha güzel şarkısı var, yok değil yani ama bu şarkı bile yeter ona. Şunun için söylüyorum; bestekârlığa heves edenler veya içimden bir şey geldi yazıyorum, besteliyorum diyenler için titiz olmalarını tavsiye ediyorum. Yüzlerce yazıyorlar. Hiç kimse ne okuyor, ne dinliyor. Yazıyor, yazıyor, yazıyor… İki tane olsun, üç tane olsun ama böyle yaşama gücüne sahip olsun diyorum.
OY: Teşekkür ediyoruz hocam. Sağ olun, şereflendirdiniz.
R. Özgür Altun, Mustafa Nafiz Irmak'ı Andık, Mülakat, Sayı 7, Saz ve Söz dergisi
11.5.17
Yahya Kemal -2-
Yahya Kemal'in Bahriye Mektebindeki hikâyesi "Bâbıâli" adlı kitabımda yazılı...
Tekrarcı olmadan, yalnız birkaç çizgi içinde yeni bir belirtiş:
Tarih muallimi... Tarihi, şapırşupur, bir istekle yenilen yemek gibi -zaten midesine pek düşkündü- ağzının iki yanından salyalar akıtıcı bir lezzet edası içinde, ballandıra ballandıra anlatır. Fakat hiçbir seyir ve zaman ölçüsü takip etmez, her derste hangi bahis üzerinde kalındığını sorar ve o bahsi başından alıp aynı noktaya getirir ve bırakır.
Ondan sonraki derste aynı sual:
- Nerede kalmıştık?..
- Fatih ayağını özengiye atarken boru çalmıştı.
- Hâ evet, devam edelim!..
Fakat, Fatih beyaz atına binemeyecek, ayağını tam özengiye atıp sıçrayacağı sırada boru çalacak ve Yahya Kemal, fesinin üstüne heybetli bir selâm kondurarak girdiği dershaneden kaçak bir selâmla fırlayıp gidecektir.
*
O, derslerini bitirince mektebin kayıkhane kısmında bekleyen iki çifte futaya atlar ve karşıya, Büyükada'ya geçer.
Nazım Hikmet'in annesi Büyükada'da oturuyor ve halkın kemiksiz dili bu ya, Yahya Kemal ona sevdalı...
*
Birkaç derse gelmedi.
Mektepte bir uğultu:
- İntihara kalkışmış!..
Bekledik. Geldi. Beti benzi uçuk...
Plân gereği ben ayağa kalktım.
- Ne istiyorsunuz?
- Müsaade ederseniz bir dilekte bulunacağım!
- Neymiş o dilek?
- Teessür beyanı...
- Ne teessürü efendi?
- İşittiğimize göre intihara teşebbüs etmişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim.
Masasına çöktü, önüne kâğıt - kalem aldı ve "silk-i Celil-i askerî" ile uyuşmaz hareketimden dolayı beni rapor etti.
- İsminiz?
- Necip Fazıl...
- Numeronuz kaj?
(Numaraya numero der ve bazı kelimelerde "ç" harfini "j" diye söylerdi.)
- 1054...
- Kaj?
- 1054...
O gün, Fatih Sultan Mehmed'in ata binmesine lüzum kalmadı. Hamdullah Suphi'nin anlatışıyle Türk şiirini en ince ve titiz nakışlarla gergefleyen şair sınıftan çıkıp gitti.
*
Sonradan dostu olduğum ve her mısra ve kelimeme dikkat eder olduğunu gördüğüm Yahya Kemal, muhakkak ki, eşyanın dış yüzüne müstesna bir zevk ve (estetik) gözlüğüyle bakmış, fakat ileriye geçememiş, bütün küçüklükler ve aşağılıklardan arınmış, fakat büyük "ulvî"ye yükselememiş, has ekmek yerine pasta kreması yuğurmuş ve ondan ibaret kalmış, kütük ve nakşı birbirine mezcedememiş, çileli tecritten yoksun, sadece (plâstik) bir idrak...
O, şahsıyle de, mâverâ kurcalayıcısı bir görünüş ifadesine sahip olmak yerine, sınıfta burnunu karıştıran dalgın dâhi mevkiinde kaldı; ve Yunus Emre gibi "zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?" sualini nefsine sormaksızın, Abdullah Lokantasında hindi dolması yemeye bayıldı.
Bunlara rağmen hakikiliğini koruyabildi.
Tekrarcı olmadan, yalnız birkaç çizgi içinde yeni bir belirtiş:
Tarih muallimi... Tarihi, şapırşupur, bir istekle yenilen yemek gibi -zaten midesine pek düşkündü- ağzının iki yanından salyalar akıtıcı bir lezzet edası içinde, ballandıra ballandıra anlatır. Fakat hiçbir seyir ve zaman ölçüsü takip etmez, her derste hangi bahis üzerinde kalındığını sorar ve o bahsi başından alıp aynı noktaya getirir ve bırakır.
Ondan sonraki derste aynı sual:
- Nerede kalmıştık?..
- Fatih ayağını özengiye atarken boru çalmıştı.
- Hâ evet, devam edelim!..
Fakat, Fatih beyaz atına binemeyecek, ayağını tam özengiye atıp sıçrayacağı sırada boru çalacak ve Yahya Kemal, fesinin üstüne heybetli bir selâm kondurarak girdiği dershaneden kaçak bir selâmla fırlayıp gidecektir.
*
O, derslerini bitirince mektebin kayıkhane kısmında bekleyen iki çifte futaya atlar ve karşıya, Büyükada'ya geçer.
Nazım Hikmet'in annesi Büyükada'da oturuyor ve halkın kemiksiz dili bu ya, Yahya Kemal ona sevdalı...
*
Birkaç derse gelmedi.
Mektepte bir uğultu:
- İntihara kalkışmış!..
Bekledik. Geldi. Beti benzi uçuk...
Plân gereği ben ayağa kalktım.
- Ne istiyorsunuz?
- Müsaade ederseniz bir dilekte bulunacağım!
- Neymiş o dilek?
- Teessür beyanı...
- Ne teessürü efendi?
- İşittiğimize göre intihara teşebbüs etmişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim.
Masasına çöktü, önüne kâğıt - kalem aldı ve "silk-i Celil-i askerî" ile uyuşmaz hareketimden dolayı beni rapor etti.
- İsminiz?
- Necip Fazıl...
- Numeronuz kaj?
(Numaraya numero der ve bazı kelimelerde "ç" harfini "j" diye söylerdi.)
- 1054...
- Kaj?
- 1054...
O gün, Fatih Sultan Mehmed'in ata binmesine lüzum kalmadı. Hamdullah Suphi'nin anlatışıyle Türk şiirini en ince ve titiz nakışlarla gergefleyen şair sınıftan çıkıp gitti.
*
Sonradan dostu olduğum ve her mısra ve kelimeme dikkat eder olduğunu gördüğüm Yahya Kemal, muhakkak ki, eşyanın dış yüzüne müstesna bir zevk ve (estetik) gözlüğüyle bakmış, fakat ileriye geçememiş, bütün küçüklükler ve aşağılıklardan arınmış, fakat büyük "ulvî"ye yükselememiş, has ekmek yerine pasta kreması yuğurmuş ve ondan ibaret kalmış, kütük ve nakşı birbirine mezcedememiş, çileli tecritten yoksun, sadece (plâstik) bir idrak...
O, şahsıyle de, mâverâ kurcalayıcısı bir görünüş ifadesine sahip olmak yerine, sınıfta burnunu karıştıran dalgın dâhi mevkiinde kaldı; ve Yunus Emre gibi "zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?" sualini nefsine sormaksızın, Abdullah Lokantasında hindi dolması yemeye bayıldı.
Bunlara rağmen hakikiliğini koruyabildi.
9.1.17
Yahya Kemal -1-
Yahya Kemal Bey kendisinin en büyük şair olduğuna inandığı gibi diğer şairleri de kıskanırdı. 1957 yılları başlarında Cerrahpaşa Hastanesi Birinci Hariciye Kliniğinde yatıyordu. Kendisini ziyarete giderdim. Bir gün Mehmed Âkif hakkında bir ihtifal yapılmıştı. Bana defalarca bu ihtifali anlattırdı. Kendisiyle Mehmed Âkif'i mukayese etmemi istedi. Ben her ikisinin de Türk şiirinde ayrı ayrı ölçülerde büyük sanatkâr olduklarını, dindar ve milliyetçi şiiri ayrı iki zaviyeden terennüm etmekle beraber hedefte birleşmiş göründüklerini, ancak söyleyiş tarzı ve üslup güzelliği bakımından kendisinin daha kuvvetli olmakla beraber Âkif'in de eserlerinin sayısı cephesinde fâikiyeti olduğunu belittim. Biraz alındı:
Anlatan: Doç. Dr. Abdülkadir Karahan, Yeni Sabah, 11-12 Kasım 1958
"Aman canım!" dedi. "Âkif Avrupa ölçülerini kavramış ve saf şiiri terennüm etmiş değil ki!"
Yahya Kemal, şiirlerini bir kitap hâlinde bastırmak istediğini vasiyet ettiği muhakkaktır. Ancak onun sağlığında müteaddit defalar şiirlerini bir araya getirmek teşebbüsünde bulunduğu ve hatta bu hususta bazı temaslar yaptığını biliyorum. Bu arada üç dört sene evvel bir gün bana da şiirlerini "Bizim Gök Kubbe" adı altında toplayarak neşretmek istediğini, benim de kendisine gerek iyi bir tâbi bulmak, gerekse teknik bir güzellikte neşri hususunda yardım etmemi istemişti. Telif ücreti olarak da o zamanki para ile yirmi bin lira istiyordu. Ben bu mevzuu Varlık Yayınları sahibi dostum Yaşar Nabi'yle de Büyük Şair adına görüşmüş fakat maalesef bir netice elde edememiştim.
Maamafih onun da bu teşebbüsümüze rağmen, eserin mutlak surette neşrini istediği söylenemez. Zira insana öyle geliyor ki bir tarafta genç edebî çevrelerin kendisini olanca değeriyle anlayamamaları ihtimali, öte yandan şiirlerinde aynı kelimeleri ve temaları birçok defalar tekrar etmiş olmak hasebiyle bunlar yan yana göründüğü takdirde, sanatının büyüsünün bozulmuş olması düşüncesi tereddütlerinin sebepleri arasında sayılabilir.
Anlatan: Doç. Dr. Abdülkadir Karahan, Yeni Sabah, 11-12 Kasım 1958
4.9.13
Gün Işığından Mahrum Şiir -I- Ömer Aksay
Türk şiirinin 50 senedir yazan ve en
çok okunan şairlerinden İsmet Özel, uzun süredir farklı bir şiir diline sahip.
Takip ettiğime göre, İsmet Özel bu farklı şiir dilini ilk olarak 8 Eylül
2004'te yayımladığı "Michauxnunkimi / imiknunxuahcim" adlı şiirinde
gün ışığına çıkardı. Mehmet Erte, Yasakmeyve'nin Mart-Nisan 2006 sayısında
yaptığı mülâkatta İsmet Özel'e bu şiiriyle ilgili şu soruyu soruyordu: "Michauxnunkimi
/ imiknunxuahcim" adlı şiiriniz üzerine bir şey yazıldığını görmedim.
Yadırgayanlara rastladım ama onlar da bu şiirin bir şaka olma ihtimalini
düşündüklerinden olsa gerek, bir laf etmekte çekingendiler. Tüm şiirlerinizi
göz önünde bulundurduğumuzda örneğini görmediğimiz bu şiiri nasıl düşünmeliyiz?"
Takip ettiğime göre İsmet Özel'e bu şiirle ilgili başka bir soru yönelten
olmadı. 2006'dan 2013'e, altı sene. Bu şiir yazılalı sekiz sene olmuş; sekiz
senedir İsmet Özel'in şiir dilinde bir farklılık, aykırılık, rahatsızlık var ve
neden herkes bu durumdan rahatsız değilmiş gibi görünüyor? Aslında
rahatsızlığını kimse belli etmiyor. İsmet Özel bu, hiç de tekin biri değil, bir
tuzak kurmuştur yine! Her zamanki gibi bir oyundur bu!
"Her şiirim kadar hayatın ve
hayatımın örgüsüne ilişkin. İnsanlar kafalarını, kirli olduğu zaman değil, çok
iyi silindiği, pırıl pırıl olduğu zaman cama çarpabiliyorlar. Neymiş? Bu şiir
şimdiye kadar beni ben yapan cama bir kez bile dikkat gösterme zahmetine
girmediklerinin, hep cam üstünde birçok farklı sebebe bağlı olarak yerleştirilmiş
olan neyse, onunla ilgilendiklerinin ispatı imiş. Bir başka şeyin daha ispatı:
Bu şiir, şair-okur ilişkisinde ağır basan tarafın okur olduğunu, okurun yüksek
nitelikten verdiği her tavizin şairin borç hanesine yazıldığını ayan beyan
ortaya çıkardı. Okur çiğ yediği zaman, şairin karnı ağrıyor. Neymiş? Bunların
hepsi karın ağrısıymış. Mânâ fi batn-ı şair." Mânâ şairin karnında
gizli. Hangi mânâyı arıyorsunuz ve / yahut hangi şair size bir mânâ aramanız
için şiir sunuyor? Hayat yalan, şiir sahte, şairler ikiyüzlü.
İsmet Özel'le 16 Ekim 2011'de
"Türkün Dili Kur'an Sözü" ismi verilen inceleme vesilesiyle yapılan
mülâkat metni, sözü edilen 521 sayfalık incelemeyle birlikte 2013 Nisan'ında
yayınlandı. Bu mülâkatta Özel'in açıklamalarından biri, sanki onun şiir dilindeki
farklılığı, aykırılığı, rahatsızlığı, yadırgatıcılığı açıklar gibidir. İsmet
Özel bu mülâkatında yeni çalışmalarından söz açarak, bunları Kur'an harfleriyle
neşredeceğini açıklıyor: "İsmet Özel okumak isteyen bu yazıyı [yani
Kur'an harfleriyle yazılan yazıyı] da sökmek zorunda kalsın. İsmet Özel öbür
harflerle [yani Latin harfleriyle] yazmıyor, çünkü 'Yazılamaz!'
diyor." Bu açıklama beni şu noktaya getiriyor: İsmet Özel'in uzun
süredir farklı bir şiir dilini kullanışı, aslında Türk dilinin, Türk zihin
yapısının değişimine dikkat çekmek içindir. İsmet Özel şiirden bir paradigma
üreterek, son yıllarda, İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde "Gün
Işığı Şiir Görsün" başlığı altında iki haftada bir şiir yayımlamak
suretiyle, bu paradigmayı daha çabuk ve daha geniş bir paylaşım ortamında
uygulamaya koyarak Türk dilinde Kur'an harfleri kullanılmadan yazılan her
şiirin mânâsız olduğunu, Kur'an harfleri kullanılmadan yazılan şiirlerde mânâ
aramanın boşunalığını göstermektedir sanki. Bu İsmet Özel'e özgü bir ataktır.
Şiir dilindeki bu paradigma değişimi, bir süre sonra İsmet Özel'in yapacağı
yeni ataklarla mesela Hilmi Yavuz'u, mesela Özkan Mert'i ve bir sürü benzer
şairi devre dışı bırakacaktır. Bu büyük bir temizliğe yol açabilir. Türk
şiirinin bu temizliğe uzun süredir ihtiyacı var.
28.1.13
Vaslav Nijinsky - Doktorlar Hastalığımı Anlamıyorlar
Herkes Nijinsky delirmiş diyecek. Umurumda değil, zaten evde de hep bir deli gibi davranıyordum. Herkes böyle düşünecek ama beni tımarhaneye yatırmayacaklar; çünkü çok iyi dans ediyorum ve isteyen herkese para veriyorum. İnsanlar bu garip ihtiyarı seviyorlar ve beni rahat bırakacaklar, "deli palyaço" deyip geçecekler. Ben kaçıkları severim, onlarla nasıl konuşulacağını bilirim. Erkek kardeşim de akıl hastanesindeydi.
Onu severdim ve o da beni anlardı. Oradaki arkadaşları da beni seviyorlardı. O sıralarda on sekiz yaşındaydım. Kaçıkların yaşantılarını biliyordum ve bir akıl hastasının psikolojisini anlıyordum. Onlara hiç ters düşmedim, zaten onlar yalnızca benim gibi delilerdi.
***
1916 |
Hatalarımı düzeltmek istiyorum ama bunu başarabileceğimden emin değilim. Hiçbir şey için söz vermemin gerekmediğini söyleyerek, doktorun gözleri yaşlarla dolmuştu; karımın üzülmemesi, kaygılanmaması için elimden gelen her şeyi yapacağımı biliyordu. Ona karımın annesinin gelmesini benim istediğimi söylemiştim. Karımın korkmamasını istediğimden kayınvalidemin bizimle beraber oturmasının uygun olacağını düşünmüştüm.
2.7.12
Sakarya Meydan Muharebesi ve Fevzi Paşa (Çakmak)
Sakarya Muharebesi'nin en şiddetli bir anında düşman toplarının ağzından yıldırımlar yağdığı, siperlerinden cehennemler fışkırdığı bir zamanda, bütün ihtiyat kuvvetlerimizin ileri sürülerek, hayat ve memat dakikaları geçirmekte olduğumuz bir anda Fevzi Paşa'nın birdenbire gaybubeti bütün kumanda heyetini telâşa düşürmüş, Paşa'yı araştırmaya sevk etmişti. Zira, öyle bir an idi ki orada vukua gelebilecek bir mağlûbiyet bütün cepheyi sarsabilirdi. Onun için harbin seyrini kemal-i dikkatle takip etmek ve muvaffakiyetsizlik tahakkuk ettiği takdirde perişanlığa meydan vermemek için ricat emri vermek iktiza ederdi. İşte Erkânı Harbiye'nin bu kadar nazik, bu kadar ehemmiyetli bir mesele karşısında bulunduğu zaman Erkânı Harbiye reisinin gaybubeti bittabi fevkalâde mühim bir hadise idi.
— Paşa nerede, Paşa nerede?..
diye arkadaşları telâşla etrafı araştırıyorken zafer rüzgârının İslâm mücahitlerine estiği, kahraman Mehmetçiklerin düşman siperlerine girdiği haberi geliyor. Birbiri arkasından siperler işgal ediliyor, düşman neye uğradığını şaşırıyor. Fevzi Paşa'nın da ilk siperlerde olduğu anlaşılıyor.
Bütün ihtiyat kuvvetleri harbe sevk edilmiş olduğu cihetle artık geriye dönmek imkânı kalmadığını gören Fevzi Paşa, ancak bir İslâm kumandanına yakışır bir şehâmet ve teslimiyet ile kimseye haber vermeksizin ilk siperlere, düşmanla göğüs göğüse harbeden Mehmetçiklerin yanına sokuluyor:
— Evlâtlar, artık son dakikalar geldi. Ya düşman siperlerini alacağız, ya hepimiz burada şehit olacağız!
diyor ve daima yanında taşıdığı Kur'ân'ı açarak cehren okumaya başlıyor.
Bunu gören Müslüman mücahitlerinin her biri kendinden geçecek derecelere geliyor, artık siperlerde duramaz oluyorlar. Süngüleri takılı olarak mâreke meydanına fırlıyorlar, "Allah, Allah" diye aslanlar gibi topların ağzına, mitralyözlerin üstüne doğru yürümeye başlıyorlar; şehit olanların üzerinden atlayarak düşman siperlerine giriyorlar; neye uğradıklarını şaşıran düşman neferlerinin hepsini can çekişmekte buluyorlar.
Ondan sonra düşmanın umumî ricati inkişaf ediyor. Katî zafer tahakkuk ediyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)